MATEMATİK ÖĞRETMEK
Bir
şey öğretmek için iki noktada donanımlı olmak zorundasınız. Birincisi
öğreteceğiniz şeyi iyi bilmek ikincisi öğretmeyi bilmek. Elbette öğrettiğiniz
matematikse, matematiği öğreteceğiniz çerçevede iyi bilmek ve matematiği
öğretmeyi de bilmek zorundasınız. Ama öncelikle de matematiği sevmeli ve
öğretmeye sevdalı olmalısınız. “ Sevdalı olmak” lafı abartılı gelebilir
okuyanlara. Açıklayayım.
Bir Hasan
Abimiz vardı. Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu, emekli öğretmen Hasan Arabacı.
Aydınlanma adına hangi görev varsa Hasan Abi orada. Hasan Abi’yle sık
görüşüyoruz. Ve onun Köy Enstitüsü mezunu diğer öğretmen arkadaşlarıyla da.
1980’li yılların başları. 12 eylül zulmü toplumun üzerinden silindir gibi
geçmiş. Öğretmenler paylarına düşeni layıkıyla(!) almışlar. TÖB-DER
yöneticileri kıyılmış. Örgüt kapatılmış. İhtilâl lideri “hoca çocuğuyum” diye
ortalıkta dolaşıyor. Toplumda yılgınlık var. Herkes her an “hoca çocuğunun”
yeni kurbanı olabilir. Ama bizim Köy Enstitülü ağabeyler iflah olacak türden
değil. Her ay toplanalım diye bir karar aldılar. Yemekli toplantıları organize
etme görevini de bana verdiler. Bana ve Hamza ( Hamza Evrensel ) Abi’ye.
Her ay
toplanıp yemek yiyoruz. En az 40-50 kişi. En küçük olanları benim. Yaş farkımız
30 civarında. Hamza Abi ve ben dışında hepsi emekli öğretmen. Ama hala her biri
ya gazeteci, ya sanatçı ya da ne bileyim bir belediyede danışman, halkla
ilişkiler görevlisi…
İlk yemekli
toplantıda ilk dersimi alıyorum. Hepsi “en cici” elbiselerini giyip gelmişler.
Boyunlar kravatlı. Ben spor giyinmişim. Onların yanında kendimi biraz züppe
buluyorum. Af dilemek için söz alıyorum giysilerimden ötürü. Hemen lafımı
kesiyorlar. “Olur mu öyle şey? Sen gençsin. Yakışıklısın. Elbette yakışanı
giyeceksin” diye teselli ediyorlar. Arkasından da “sen olmasan bizim gibi
ihtiyarlar nasıl bir araya gelirdi” diyerek de beni onurlandırıyorlar.
Uzun süre
devam etti bu yemekler. Anılarını anlattılar. Günlük gelişmeleri tartıştılar.
Okudukları ve okumaya devam ettikleri kitapları, dergileri aktardılar. O denli
çoktu ki her birinin anlatacak şeyi! Dolu dolu yaşamışlardı çünkü dünü ve dolu
dolu yaşıyorlardı bu günü. Çünkü onların yaşamı karanlıklarla mücadele içinde
geçmişti. Ve onlar inanca dayalı toplumsal düzene karşı, bilime dayalı toplumsal
düzenin mücadelesini vermişlerdi. Yani onlar dogmatik bilgiye karşı bilimsel
bilgiye kararlılıkla inanan Tonguç’un çocuklarıydı.
Bu
toplantıların sanırım en kazançlısı bendim. Beni eğiten öğretmenlerin bana
verdiği öğretme tutkusu sanırım 12 eylül karanlığında gölgelenmişti.
Huzursuzdum o günlerde. Mutsuzdum, umutsuzdum. Hatta öğretmenliği bırakmayı
düşünüyordum. Onların yaşamaya ve öğretmeye olan sevdaları yetişti imdadıma. Kendime
geldim. Yenilendim. Ve matematik öğretmenliğini “nasıl yapmam” gerektiğini bir
kez daha anımsadım.
İşte bu yazıyı
yazarken onları anımsamamın nedeni,- hangi konumda olursa olsun- öğretmen
için “öğretme sevdası” nın
kalıcılığıydı. Bir de bir konu tartışılırken, konunun ele alınışındaki yöntem.
Yemek yediğimiz toplantılarda, bilmediklerini geçiştirmek bir yana daima
öğrenmekten yana tutum alıyorlardı. Hatta bir dahaki toplantıya kadar
araştırıp, yeni bilgilerle geliyorlardı. Her biri en az 60 yaşındaydı…
O nedenle bu
yazıda;
Deney, gözlem
ve algılara dayanan fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya gibi sentetik bilgilerin olgusal olmasına karşılık, mantığa
dayanan Matematik ve Felsefe gibi analitik
olan bilgilerin kavramsal olduğunu,
Bu nedenle
fizik, kimya dan çok, felsefenin matematiğe daha yakın olduğunu,
Kavramsal
olan matematiği, olgusal bilimlerden ayıran önemli özelliğin, matematik
önermelerin kesinliği olduğunu,
Olgusal olan
diğer bilgilerin güvenilirliğinin, matematiksel sonuçlara bağlı olduğunu ve bu nedenle
matematiğe dayanmak zorunda olduklarını göz önünde bulundurdum.
Yazarken de; matematiğin diğer bilimlerle olan ilişkisini,
matematiğin özelliklerini ve bağlı
olarak da matematik öğretmeyi ve nasıl anlatmam gerektiği ni
deneylerime- gözlemlerime bağlı olarak ele aldım.
Matematik ve Diğer Bilimler İlişkisi
Matematiği diğer bilimlerden
ayıran özellik, kavramsal olmasıdır. Kavramsal olduğu için de akla, mantığa ve
kanıta dayanır. Ancak, 3 ile 2’nin toplamının 5 ettiğini kanıtla dedikleri
zaman, 3 ceviz ile 2 cevizi yan yana getirip “al işte say ve gör, 5 ediyor”
dememiz kanıt değildir. Sadece bir deneydir. Bu deney, söylediğimizin
güvenilirliğini artırmaktan öte anlam taşımaz. On yıl sonra, bildiğimiz doğal
yapının değiştiğini ve cevizlerin her beş dakikada bir bölünüp çoğaldığını
düşünelim. O zaman iki ceviz iki ceviz olarak kalmayacaktır. Doğal olarak 3
ceviz ile 2 cevizin toplamı da 5 ceviz etmeyecektir. Oysa matematiksel olarak 3
ile 2’nin toplamı 5 etmeye devam edecektir. Çünkü matematik, algılanan dış
dünyanın, beyinde kurgulanıp kuram haline getirilmesine ve bazı kabullere
dayanır. Kurgulandıktan sonra ise dış dünyadan bağımsızdır. Artık kendi
ilkeleri ve iç tutarlılığı vardır. İşte bu nedenle kesindir.
Matematiksel kesinlik diğer
bilimlerin de güvenilirlik kaynağıdır. Örneğin; İnsan vücudunda genlerin
varlığı biyoloji bilimine ait bir bilgidir. Ancak insan vücudundaki genlerin
çokluğunu yani sayısını söylemek bilgiyi kesinliğe doğru taşır ki bu da işin
içine matematiğin girmesini ve dolayısıyla bilginin güvenilirliğini artırır. O
nedenle matematik, sentetik bilginin güvenilirliğinin de vazgeçilmez gereksinimidir.
Ölçümler gerçeğe ne denli yakınsa bilgi o denli güvenilirdir. Yine de bu
güvenilirlik, içinde her zaman kesin olmamayı taşır. Ancak bu kesin olmamanın
nedeni matematik değil, sentetik bilginin kendisidir.
Taşın bir yükseklikten bırakılması
halinde düşeceğini biliriz. Çünkü onlarca, yüzlerce, binlerce kez böyle
olmuştur ve gözlemlenmiştir. Ama tüm bunlara karşın… nci seferde düşeceğinden
emin olamayız. Birdenbire yer çekiminin ortadan kalktığını düşününüz. O anda
taş düşmeyecektir.
Oysa matematikte bu tür kuşkulara
yer yoktur. Yukarıda söylediğimiz gibi matematik, doğadan ve doğanın
olgularından bağımsızdır. İnsan aklının ürünüdür. O nedenle kusursuzdur. İnsan
beynindeki doğrunun doğada karşılığı yoktur. Beynimizdeki doğru hiç pürtükleri
olmayan doğrudur.
İnsan aklının oluşturduğu matematiksel sistem
temel kavramlara ve aksiyomlara dayanır. Öklid Aksiyomları gibi.
Sentetik bilgiye ulaşmanın
yolunun algı, deney gözlem olmasına karşılık, matematiksel bilgiye ulaşmanın
yolu:
a) Kavramları ve kavramların ( terim, tanımsız
terim, aksiyom, postulat - ön doğru-, varsayım, teorem, ispat… ) anlamlarını,
b) Çıkarımda bulunmayı ( teorem kanıtlamak ) bilmekten geçer.
Sentetik ve analitik
bilgilerin tümü birer yargıdır. Ama sentetik yargıların en doğru olmasına
karşılık, analitik yargılar doğrudur.
Matematiğin Özellikleri
1.
Kavramlara
dayanır.
Matematik öğretmenleri sık sık “ ben hiçbir şey anlamadım” tepkisiyle
karşılaşır. Bir öğretmen için hiç de hoş olmayan, olumsuz hatta acıtıcı bir
tepkidir bu. Tepkiyi alanın tepkisi ne olur düşünmeye çalışalım:
“ Densiz çocuk !”. Bu ilkel bir tepkidir.
Herhangi birisinin tepkisi olabilir ama öğretmenin tepkisi olamaz. Bu tepkide pedagojik
hiçbir yan yok. Neden pedagojik değildir? Çünkü düşünülmüş bir tepki değildir
ve bu tepkinin arkasından “acaba neden anlamadı” sorusu gelmez. Sadece
kızgınlığı ifade eder. O nedenle pedagojik değil, ilkeldir.
“Sen aptalsan ben ne yapayım. Herkes anladı
!”tepkisi. Bu tepki ilkelliğin de ötesinde bir şey. Aynı zamanda kaba ve
hatta ahlâki değil. Bu tepki iki yanıyla sorgulanmalı. Birincisi, öğrenci
gerçekten kavrayış zorluğu içinde olabilir. O zaman pedagojik yaklaşım “o” nun
kavrayış düzeyine göre anlatmayı gerektirir. İkincisi “aptal”, “geri zekâlı”
gibi sözcükler öğretmenin sözlüğünde yoktur. O nedenle bu tepki de bir eğitimci
tepkisi olamaz.
Bu tavrın bir örneğini yıllar önce öğretmen olarak çalıştığım bir lisede
yaşadım. Mesleğinin ikinci yılında olan genç bir bayan öğretmen arkadaşım, ders
çıkışında hışımla öğretmenler odasına girdi. Elindeki ders defterini masanın
üzerine atarak kızgın ve de daha çok çaresiz bir ifadeyle “ bunlar geri zekâlı.
Üç kez anlattım. Yine anlamıyorlar!”. Bunları söylerken bana bakıyor, belli ki
onayımı bekliyordu. Ben “iki yıl önce de senin için aynı şeyi söyleyenler
vardı. Sen de öğrenciydin” dedim. Yanıtım sert hatta acımasızdı. Ama çarpıcıydı
ve arkadaşımın bana kırılmayacağını biliyordum. O sakinleştikten sonra konuyu
nasıl anlatacağımızı birlikte yeniden ele aldık.
“Çoğunluk anladı. Sen git tekrar
et !” tepkisi. Daha insancıl ama altında “görev savma” anlayışını
barındıran bir tepki. Neden anlamadı
sorusu gereksiz görülüyor. Çözüm öğrenciye bırakılıyor. Sorun, öğrencinin
tekrarıyla belki çözülebilir. Ama yaklaşım; yanlış olmasa bile yine de
yetersiz.
“Tamam. Sen tepkini açıkça
söyledin. Birlikte, neden anlamadığını araştıralım !” tepkisi. Her hangi
birisi için fazla dervişçe gelebilir ama eğitimci için doğru olan tepki budur.
İşbirliği içerir ve çözüm mutlaktır.
Bir öğrencinin anlatılanı anlamamasının altında yatan en önemli neden
kavramların içselleşmemesidir. Bir konu anlatılırken birçok kavram sıralarız.
Sıralarız da kavramların yerli yerine oturup oturmadığını birçok kez atlarız.
Bizim algımıza göre basit olan kavram, öğrenci için yenidir algılanması ve
içselleşmesi için zamana gereksinim vardır. Özellikle matematiğin kavratılma
sürecinde kavramlar için harcanacak zaman, kayıp zaman değildir. Kavramlar
bilinmezse matematik yapılamaz.
“ Bir buçuk ay uzay geometri dinledim. Bir şey anlamadım. Ama soruların
hepsini yaptım.” Bu söylem, kavrama yeteneği çok yüksek olan bir öğrencimin
söylemiydi. Bana okulunda yaşadığı bir sınavda yaşadığını anlatıyordu. Sevimli
bir şımarıklıkla. Anlamadığı konunun sınavında tüm soruları nasıl yapmıştı? Birlikte
başarının nedenini tartıştık. Öğrenci akademik olarak ifade edemese de konunun
öğrenilmesi için gerekli olan ön kavramları biliyordu. Bu güvenle, yeni konuya
ilişkin kavramları iyi dinlememişti. Sonucunda da ipin ucunu kaçırmış, konuyu
bütünlüklü kavrayamamıştı. Buna rağmen, kavrayış ve yorum yeteneğiyle soruların
tümünü doğru yanıtlamıştı. Elbette burada soruların niteliği de önemliydi.
Sanırım biraz da şansı ona yardım etmişti.
2.
Çıkarımlara
açıktır.
İnsan
aklı olgulardan bağımsız olarak sürekli üretim ve gelişme seyrindedir. Bu edim
daha çocukluktan başlar. Bilinenden bilinmeyene ulaşmanın en güzel yoludur
akıl. Bir arkadaşımın çalmak kavramını bilen ama hırsızı bilmeyen iki- üç
yaşlarındaki çocuğunun hırsıza “çalancı” demesi çok hoş bir yakıştırmaydı. Yine
üç- dört yaşlarındayken üçgen, dörtgen kavramlarının kenar ya da köşe sayısı
ile bağını kuran çocuğumun “V” harfine “ikigen”, “I” ya “Birgen”, “İ” ye
“noktalı birgen” yakıştırması da çocuk aklının yaratıcılığının güzel bir
örneğidir.
Bir
başka güzelliği de fonksiyon konusunu anlattığım bir lise sınıfında yaşamıştım.
Ama bu örnekte akıl, mantık ve matematik bir aradaydı. F(x) = ax2+bx+c
ikinci dereceden fonksiyonunu tartışmış ve analitik düzlemde grafiğini
çizmiştik. Bu fonksiyonun bir gerçel sayıya (
f(x) = 2 gibi ) karşılık gelmesi halinde denkleme dönüşeceğini
sezen bir öğrencim; “f(x) = 0 olduğunda yani fonksiyon 0’ a eşit
olduğunda, bu durum fonksiyonun grafiğinin yatay ekseni kestiği noktaları
göstermez mi?” çıkarımında bulunmuş arkasından da bir başka öğrencim, yarı
muzur bir anlatımla ve kendini benim yerime koyarak; “ Aaa hakkaten doğru. Aferin sana.” Dedikten sonra; “ Eee peki fonksiyon sıfırdan
büyükse ( f(x) > 0 ) grafikte o neyi gösterir?” sorusunu
sormuştu. Benim, “sence neyi gösterir? “ soruma karşılık da; “ Grafiğin yatay eksenin
üzerinde kalan kısmını” yanıtını vermişti. Tam da benim gelmek istediğim
noktaya gelmiştik. Yani amaç gerçekleşmişti. Ardından düşünüşlerde olabilecek
yanlışları tartışmaya başladık… Ama önemli olan öğrencilerin çıkarımda
bulunması ve transfer gücüydü.
3.
Transfere açıktır ve çoğunlukla yaşamsal karşılıkları vardır.
Yukarıda
matematiğin kendi içindeki bir transfer örneği verdik. Türevin fizikte
kullanımı gibi daha birçok örnek verilebilir. Yine matematik konusu olarak
anlattığımız Modüler Aritmetik ve farklı sayma düzenleri; saat aritmetiği,
açı ölçüsü birimi olan derecenin as katlarının yorumlanması ve bilgisayar
yazılımları gibi alanlarda başarıyla kullanılmaktadır.
Ancak
matematikçilerin, matematiksel buluşları ortaya koyarken, “yaşamsal
karşılıkları olmalı” saplantısı yoktur. Olamaz da. Çünkü böyle bir saplantı
özgürce üretmenin önünde engeldir. Aynı şey bilim için de geçerlidir. Kaldı ki,
bugün kullanım alanı olmayan her formül ya da her teori gelecekte mutlaka
kullanılır. Bilime inananlar, yaşamın diyalektiğini bilir ve buna da
inanır.
3. Matematik önermeler kesindir.
Matematiğin
laboratuarı beyin, aracı kalem kâğıttır. Gerçek yaşamdaki hiçbir üçgen, beynimizdeki kadar düzgün değildir.
Hiçbir laboratuar da insan beyni kadar donanımlı değildir.
3 ile 2’nin toplamının 5’e eşit
olduğunu söyler ve matematik dilinde “3 + 2 = 5” biçiminde anlatırız. Bu
matematiksel bir önermedir ve kesindir. Ama yukarıda söylediğimiz gibi bu
kesinliğin kanıtı 3 elma ( veya şey ) ile 2 elmanın ( veya şeyin ) yan yana
getirilip 5 elma ( veya şey ) olması değildir. Bu yöntem deneyseldir ve
matematiksel kesinlik taşımaz. Ama 3’ten
sonra 4’ün, 4’ten sonra 5’in geldiği matematiksel bir gerçektir ve kesindir.
Gerek 3, 4, 5 sayıları gerekse “+”, “=” işaretleri gerçek nesneler değildir.
Bunlar beyinde yaratılan olgular, matematiksel nesnelerdir.
Yine “dikdörtgenin köşegen
uzunlukları eşittir” önermesi bir matematik teoremidir ve kanıtlanabilir. İşte
bu nedenle kesindir. Ölçme yoluyla bu önermeyi kanıtlamaya çalışmak matematik
kesinlik taşımaz. Ayrıca başaramayız da. Ölçme hassaslaştıkça eşitlikte
sorunlar çıkar.
5.
Matematik
sanattır.
Bazen
bir şiir, bir öykü, bir ezgi ya da bir resim karşısında deyim yerindeyse
nutkumuz tutulur. Coşkuya kapılırız, yüreğimiz çarpar. Kimi zaman gökyüzünü
arşınlarız, kimi zaman deryalara dalarız. Bir tabloda çiçek kokusunu alırız
kimileyin, kimileyin bir şiirde bebek kokusunu. Matematikte de benzer duygular
yaşanır. Hatta bunu en iyi öğretmenler bilir.
Soru
sorarsınız. Öğrenci uğraşmaya başlar. Önce kaygılı bir yüz. Eli başına gider.
Saçlarını karıştırır. Dudaklarını ısırır azıcık. İşin içine beynini, yüreğini
katar. Sevecenlikle izlersiniz. Birden bir şimşek çakar içinde, yüzü
aydınlanır. Sonra kararlı bir yüz. Sevinç dolu, güven dolu. Ardından bir haykırış
“çözdüm !”. Bu süreç boyunca bir
sanatçının girdaplarını bulursunuz çocukta.
İşte bu nedenle öğretmen,
öğrenciye soru çözme, teorem kanıtlama şansı yaratmalı. Çözülemeyecek soru
sorarak öğrenciyi bezdirme yanlışına düşmemeli.
Pedagojik yaklaşımdan uzaklaşmamalıdır. Hedef kendisine güvenen, dirençli,
özgür düşünebilen öğrenci yetiştirmek olmalıdır. Öğretici soru, çözülemeyen
soru değildir.
Matematiğin estetiği yalnızca derse ilişkin bir soruyu çözmekte değildir
elbette. “ 8 takımın katıldığı elemeli şampiyonada, şampiyon kaç maçta belli
olur?” Sorusu ender bulunan bir resim tuvali gibidir. Hele verilen yanıtlar
içindeki “her maçta bir takım elenir. Elenecek 7 takım vardır. Öyleyse 7 maç
yapılmalıdır” yanıtı ise bulunmaz bir renk cümbüşüdür. Bu soruyu böyle çözen,
Takım sayısı 500 olsa derseniz hemen 499 der. Arkasından da nedenini açıklar.
“Çünkü elenecek 499 takım vardır” diye.
6. Akıl oyunudur.
“ Hiçbir
matematikçi aklından çıkarmamalıdır. Matematik diğer bütün sanat ve bilim
dallarında olduğundan daha çok bir gençlik oyunudur” der bir matematikçi.
Yaşamının en az bir döneminde matematiksel oyun oynamayan yok gibidir.
Bu satranç olabilir. Dama olabilir. Ya da sayı bulmaca vb. gibi. Veya: “ 1023
yumurtası olan bir satıcı, yumurtalarını elindeki 10 sepete öyle dağıtıyor ki,
kaç yumurta istenirse istensin yumurtalara hiç dokunmadan, sadece sepetlerle
istenen sayıda yumurtayı veriyor. Yumurtaları 10 sepete nasıl dağıtmalı?” sorusu
gibi. Sorunun yanıtı; “ yumurtaları 2’nin kuvvetleri olarak sepetlere
dağıtmalıdır” biçimindedir.
Bu
soruda çözüm yöntemi değil sonuç çok ilginç. Çünkü çözüm (bana göre) çok özel
bir yönteme dayanmıyor. Bir kere seçilen sayı (1023 = 210-1) özel
seçiliyor. Yani herhangi bir sayı için bu yöntem kullanılamaz. O halde
ilginçlik nerede? İlginçlik 1023 sayısının 1024 sayısıyla ve 1024’ün 2’nin 10.
kuvveti olduğunu görebilmekte. Biraz matematik, biraz düşünme ve biraz sezgi.
Sonra da keyif…
7.
Matematik
evrensel bir dildir.
Resim,
heykel, seramik gibi sanat dalları görseldir ve sanatçı ile izleyenin aynı dili
konuşuyor olması gerekmez. Bu nedenle bu sanat dalları içeriğe bakılmaksızın
doğrudan evrenseldir. Sporun yaygınlığı ve evrenselliği için de aynı şey
söylenebilir. Sporda da araya aracıların girmemesi üretenle izleyiciyi doğrudan
buluşturur. Oysa şiir, roman, tiyatro gibi sanat dallarında arada ya çevirmen,
ya yönetmen vardır. İşin içine çevirmenin ya da yönetmenin farklı kültürlere
hâkimiyeti, ustalığı vb. gibi çok önemli etmenler girer. Dilin en temel
iletişim aracı olması bu sanat dallarında önem kazanır.
Ortak
bir dile gereksinim duyulması anlamında Matematik birinci grupta saydığımız
sanat dallarına daha yakındır. Nasıl ki Fransız ressamın eserini duyumsamak
için Fransızca bilmek gerekmiyorsa, İngiliz Matematikçinin teoremini anlamak
için de İngiliz olmak gerekmez.
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun 3 + 5 = 8 işlemini gören,
yazılanları anlar. Bu nedenle matematiğin dili evrenseldir. Hatta ortak bir
dünya dili yaratılması tartışması yapanların ve isteyenlerin örneği hep
matematiğin evrensel dili olmuştur.
8.
Matematik
süreçtir, kademedir, serüvendir.
Merak duygusuyla ya da bir
konuyu öğrenmek üzere çalışmaya başlar, çalışmaların sonucunda bir çıkarımda
bulunursunuz. Ama çoğunlukla bu çıkarım orada bitmez. Çıkarım süreci yeni
çıkarımlara, yeni meraklara gebedir. Bu kez onları düşünmeye başlar, yeni
arayışlara yönelirsiniz. Bu süreç bazen kademe kademe gelişir, bir akıl
serüvenine ulaşır.
Diyelim
ki “ aynı düzleme ait doğruların en çok kaç noktada kesiştiğini” bilmek
istiyorsunuz. Sınama yöntemi kullanarak önce “iki” doğruyu düşünür, en çok “1” noktada kesişir dersiniz.
Sonra “üç” doğruyu düşünüp ( ya da çizip ) en çok “3” noktada, “dört” doğru “6” noktada kesişir diye devam
edersiniz. Bu arada “bir” doğru için kesişim noktası düşünülemeyeceği için onun
karşılığı olarak da “0”
ı belirleyip bulduğunuz sayıları sıralarsınız. “0,1,3,6,10,” biçiminde sıraladığınız
sayılar pek anlamlı görünmez. Ama bunları tek tek düşünüp;
0 = 0 ( bir doğru ),
1 =
0+1 ( iki doğru ),
3 =
0+1+2 ( üç doğru ) ,
6 = 0+1+2+3 ( dört doğru ),
10 = 0+1+2+3+4 ( beş doğru )
sonuçlarını bulduğunuzda,
on doğru için de: “0+1+2+3+…+9
= 45” sonucunu söylersiniz. Ardından da “n” doğru en çok “ 1+2+3+…+(n–1)” noktada kesişir sonucuna ulaşırsınız. Bu bir genellemedir ve bu genellemeye ulaşmak
azıcık ayakları yerden keser. Ancak yine de bu bir ara aşamadır. Bulduğunuz yöntemin her sonlu sayı için doğru
olup olmadığı sorusu da sizi tümevarımla ispata kadar götürür. Ayaklarınız
iyice yerden kesilir.
9.
Matematik şaşırtıcıdır.
Çocukluk çağının en
zevkli oyunlarından birisi bilmece sormaktır. Bilmecelerin gizemi ve
şaşırtıcılığıdır çocukları çeken. Daha sonra bu oyun, yazarak oynanan akıl
oyunlarına ve giderek matematik bilmecelerine, sorularına dönüşür. Nasrettin
Hoca, Bektaşi, Karadeniz fıkralarının birçoğu da akıl ve zekâ doludur. Bazı matematik sorularının sonuçları da
şaşırtıcı olması yönüyle her yaştan insana zevk verir.
Bilinen sorudur. “ Dünya ekvator
boyunca 40.000 km lik (yaklaşık) iple sarılıyor” diye başlar. Ve sorusu
ardından gelir. “40.000 000 metrelik bu ipe sadece 1 metre ekleniyor. Bu
durumda oluşturulan yeni dairesel halka yerden kaç metre yükselir?” Sorusunun
yanıtı çoğunlukla ve ilk akla gelen haliyle “hiç denecek kadar az olur”
biçimindedir. Öyle ya 40.000 000 metreye eklenen 1 metrenin lafı mı olur? Ancak
gerçek hiç de onu göstermez. Yeni halkanın yerden yüksekliği metrelerle
ölçülmese bile şaşıracağımız kadar fazladır. Yaklaşık 15 santimetre .
Yukarıda
sıraladığımız özellikler daha da artırılabilir. Bir başka eğitimci bunları
yetersiz bulabilir. Ama fazla bulan bir matematik öğretmeni olacağını
sanmıyorum. Az ya da çok bulma
tartışması çok önemli de değil. Asıl önemli olan bu özelliklerin bilinmesi ve
göz önünde bulundurulması. Eğer matematikçi matematiği anlaşılır hale getirmek
istiyorsa bu özellikleri, matematiğin ilginçliklerini ve güzelliklerini her an
anımsamak zorundadır. Yoksa matematik kuru bir bilgi yığını olmaktan öteye
geçmez. Öğrenilmesi zorunlu ders olmak ötesinde…
Matematik
Eğitimi - Öğretimi
Jerry
King “ Savaş generallere bırakılmayacak ölçüde önemliyse, benzer nedenlerle,
matematik eğitimi de matematikçilere bırakılmayacak ölçüde önemlidir” der.
King’in net bir şekilde belirttiği gibi matematik eğitimi, matematikçi olmanın
ötesinde bir öneme sahiptir. Yani matematiği öğretmek ayrı bir sanattır.
Elbette öncelikle eğitimcilik. Bu
perspektifle matematik eğitimini fazla ayrıntıya girmeden incelemeye çalışalım.
Genel
olarak eğitimin özel olarak da matematik eğitiminin üç ana unsuru; konu, öğrenen ve öğretendir.
Konu:
Müfredat
Müfredat hangi konunun, hangi sırayla, hangi yaş grubuna, hangi düzeyde
anlatılacağının programlanmasıdır. Müfredat ülkelerin eğitim bakanlıklarınca,
alanında uzman olan akademisyenler, eğitim bilimcileri ve deneyimli
öğretmenlerden oluşan komisyonlara hazırlattırılır. Elbette matematik
müfredatını da matematikçiler ve eğitim uzmanları hazırlar. Hazırlanan
müfredatlarda, ülkelere göre bazı farklar görülse de asıl fark konunun düzeyi
ve ele alış biçimiyle ilgilidir.
Bu
çalışmanın amacı müfredatı değil uygulamayı tartışmak. O nedenle biz de
uygulamayı ele alacağız. Zaten öğretmenin ağırlıklı işi de bu değil mi?
Ülkemizdeki uygulamada okullarımız ve bağlı olarak da öğretmenlerimiz (
giderek artan ) müfredatı uygulama
sorunları yaşamaktadır. Bazı okullarda bazı konular işlenmediği gibi konuların
işleniş ağırlıkları da önemli farklılıklar göstermektedir. Bunun nedeni;
öğretmen faktörü, bölgesel -sosyal farklar, ekonomik dengesizlik, iktidarların
siyasi yönelimleri gibi nedenlerle açıklanabilir. Ama somut olarak içinde yaşadığımız koşullarda
sorunun nedeni, liselere ve üniversiteye giriş sınavlarıdır. Bu sınavlar
liseleri ve giderek ilköğretimi ( özellikle ikinci kademesini ) ara öğretim
kurumu haline getirdi. Halâ can havliyle çırpınan okullara haksızlık etmeyelim
ama liselerin çoğunluğu, üniversite sınavlarına giriş vizesi veren kurumlar
olup çıktı. Hatta öyle ki, işi yalnızca vize vermek olan “mührü kuvvetli” han
kapıları bile türedi. Para alıp, diploma dağıtan ve giderek de sayıları artan.
Hal
böyle olunca da, üniversite giriş sınavlarında sorulacak sorular, liselerde
işlenecek konuları belirler hale geldi. Bu durumda müfredatın tartışılması mı olur denilebilir. Olmaz elbette. Zaten
bizim tartıştığımız da müfredat değil. Müfredatın uygulanması, daha doğrusu
uygulanamaması. Neyse şimdi biz bu sorunlar yokmuş yani müfredat uygunmuş gibi
davranalım ve işimize bakalım…
Eğitimin üç
temel unsurundan biri olan müfredat, öğretmenin dayanacağı ana kaynaktır. Bu
nedenle müfredatın genel anlamı ve içeriği öğretmence çok iyi bilinmeli, zaman
zaman yeniden incelenmelidir.
Müfredatı
eğitim etkinliğinde destekleyen en önemli unsur ise ders kitapları dır. Ders kitapları uygulamada yol göstericidir ve
olmazsa olmaz öneme sahiptir. Bu nedenle ders kitapları ve yardımcı kitaplar
müfredata uygun ve pedagojik ilkeler göz önünde bulundurularak hazırlanmalıdır.
Yazdığım son cümleyi okuyan her öğretmen sorar mutlaka. Öyle mi? diye. Yanıt:
“Hayır öğretmenim ne yazık ki değil. Ama olmalı !” Öğretmen arkadaşım yeniden
sorar. Öyleyse ne yapılmalı? Yanıt: “ Ders kitabının önemi kavranmalı ve en
uygunu seçilmeli”.
Müfredatın
uygulanmasında geriye öğretmenin hazırlayacağı ders planları kalmaktadır. Ders planları öğretmenin yol haritası ve
pusulasıdır. Müfredat ve ders kitapları mükemmel olsa bile ders etkinliğinde
belirleyici olan, öğretmenin planlarıdır.
Öğretmen öğrenciyle yüz yüze geldiği andan itibaren kendi planını
uygulayacaktır. Artık diğer kaynaklar ikincil öneme sahiptir. İyi bir plan
öğretmeni basit bir aktarıcı, aracı olmaktan çıkarır. Öğretmenin, ders etkinliğine
akademik olarak damgasını vurduğu yerdir planlama. Yıllık planlar o derse giren
öğretmenlerce ortak olarak hazırlanır. Yani kolektifin ürünüdür. O nedenle ayrı
bir öneme sahiptir.
Ama ne
yazık ki ders planlarının öneminin yeterince anlaşıldığı söylenemez. Bu saptama
biraz özeleştiri niteliğinde. Çünkü plan, öğretmen olarak bizlerin yapması ve
özen göstermesi gereken önemli bir hazırlık. Ancak nedense ders planlarına
biraz soğuk bakarız, hatta angarya gibi görürüz. Bu sorunun nedeni aldığımız
eğitim eksikliği midir? Ya da başka bir nedene mi dayanmaktadır açıkçası
bilmiyorum. Ama konunun önemini biliyorum!
Öğrenen:
Öğrenci
Öğrencinin, öğrenmeye hazır hale gelmesi
öğrenen cephesinin ilk adımıdır. Bu adımı gerçekleştirecek olan da
öğretmendir. Bir konuya başlarken o konuyla ilgili merak uyandırmak için
konunun yaşamla ilişkisini açıklamak, öğretmenin planlaması içinde yer
almalıdır.
Örneğin karmaşık
sayılar konusunu anlatacak bir öğretmenin konuya denklem çözümlerinden
başlayıp, gerçel sayılar kümesinde
çözülemeyen denklemleri hatırlatması ve tıkanıklığı gidermek için
matematikçilerin sanal sayı (i2 = -1) saptaması yaptığını anlatması
konuya ilgiyi artıracaktır. Hatta bu saptamanın hangi tarihte, kim tarafından
yapıldığının açıklanması da konuya bir başka canlılık katacaktır. Ya da limit
konusunu işleyen öğretmenin Zeno’ nun paradoksundan söz etmemesi düşünülemez.
Elbette tüm bunların dışında, matematikçilerin yaşamları, matematiksel
anekdotlar, şaşırtıcı soru ve sonuçlar vb. gibi aktarımlar ilgiyi artırmak
anlamında son derece işe yarar çalışmalardır.
İşte tüm
bunlar, öğrencinin öğrenmeye hazır hale gelmesine yardımcı olacak olan
hazırlıklardır. Ve bu hazırlıklar yukarıda sözünü ettiğimiz öğretmenin
planlaması içinde yer almalıdır.
Öğrencinin kavrayışını güçlendirecek
ikinci adım ise öğrencinin aktivitesidir. Öğrenmeye hazır hale gelen ve
merak duygusu gelişen öğrencinin dinleyici pozisyonunda kalması düşünülemez.
Gerek beyin gerekse beden olarak, öğrenci hareket halinde olmalıdır. Öğrencinin
hareketi ondaki başarma duygusunun, güvenin dışa vurumudur.
Zaman zaman
belki de yorgun anlarımızda öğrencileri “beyefendi çocuk”, “hanımefendi kız”
diye niteleriz. 15, 16, 17 yaşlarında bir çocuğun beyefendi, hanımefendi olması
iyi bir şeymiş gibi. Oysa o yaşlarda, bugün bunları söyleyenler ne zıpırlıklar
yapmıştır. Bu anlamsız nitelemeler, bazı annelerin erkek çocuğunu övmek için
“benim oğlum kız gibidir” demesini hatırlatıyor bana. Ya da bir annenin “benim
kızım erkek gibidir” demesini. Annenin söylemi hoş görülebilir teşbihte hata olmaz diyerek. Ama öğretmenin
“beyefendi çocuk” özlemini hoş görmek sanırım hoş değil. Ayrıca öğrencinin
“iyi” bir dinleyici pozisyonunda kalması pedagojik olarak da doğru değildir.
Sınıftaki tahtayı öğretmenden çok öğrenci kullanmalı, öğrencinin bir teoremi en
aksak biçimde ispatı, öğretmenin “mükemmel” ispatına yeğlenmelidir.
Gerek
konuya hâkimiyet gerekse öğrencinin öğrenmeye hazır hale gelmesi öğretmenin
yaratısı ve ustalığına bağlıdır. Bir de ne yapması gerektiğini bilmesine…
Öğreten: Öğretmen
Çok
duyarız. “Çok iyi biliyor ama öğretemiyor” diye. Sözün birinci kısmı övgüyü
ikinci kısmı eleştiriyi içeriyor gibi görünse de aslında bütünü eleştiri
içermektedir. Bu nedenle “çok iyi bilmiyor ama iyi öğretiyor” sözünü bir
öncekine yeğlemek gerek. Elbette en iyisi “biliyor ve öğretiyor” biçiminde
olanıdır.
Gerçekten
de öğretmen, iyi bir alan bilgisine sahip olmalı. Anlattığından çok fazlasını
bilmeli, bilmiyorsa öğrenmelidir. Bu otoritenin yani öğretmene olan güvenin
birinci koşuludur.
“Öğretiyor” becerisine sahip olması ise pedagojik ve sosyal düzeyi
gösterir. Pedagojik ve sosyal kazanımların edinilmesi daha uzun sürede
gerçekleşir. Ayrıca süreklilik ister. İşte adına öğretmenlik dediğimiz olgu
budur ve bana göre öğretmenlik bir yaşam biçimidir. Bu nedenle öğretmen için
yapılan “iyi bir oyuncu olmalıdır” tanımlamasını doğru bulmuyorum. Bu tanımlama
öğretmeni doğallığından kopardığı gibi, öğrenciyi de seyirci konumuna düşüren
bir tanımlamadır. Ve yukarıda anlattığımız her şeyle çelişir. Bir de unutmamak
gerekir ki gençlerin en önemli özelliklerinden biri içtenliğe tutku ve yapay
olanı hemen sezmeleridir. Deyim yerindeyse bizim çocuklar “oyuncuyu gözünden
anlar”.
Nasıl
olmalıdır öyleyse bir matematik öğretmeninin davranışları?
Birincisi: Öğretmen dili iyi kullanmalıdır. Belki de her dersten çok matematik öğretmenliği
için önemlidir bu saptama. Matematiğin kavramsal olduğunu, diğer alanlarda
olmadığı kadar terim ve kavramlara dayandığını, doğrudan modellemenin zor
olduğunu yukarıda açıkladık. Böyle olunca öğrenci için yeni olan terim ve
kavramların öğrenilmesi, pekişmesi ve içselleşmesi hiç de kolay değildir. Buna
bir de dili iyi kullanmamayı (tümcelerin
kuruluşundan, sözcüklerin seçimine ve vurgulara dek ) eklerseniz matematik
öğrenmek öğrenci için zorluk bir yana eziyet haline gelir.
İkincisi: Öğretmen kavramların
kimliklerini iyi vurgulamalı. Öğrenmeyi çabuklaştırmak ve kolaylaştırmak adına
Pisagor Bağıntısını “ a2 = b2 + c2 ” biçiminde
anlatmak ( daha doğrusu belletmek ) yerine, “dik kenarların kareleri toplamı,
hipotenüsün karesine eşittir” biçiminde kavratmak yolunu seçmelidir. Bu yolla
dik açısı değişen bir ABC üçgeninde öğrencinin bocalaması, hele hele ABC yerine
DEF üçgeni verildiğinde “a, b, c” yi aramak kargaşası engellenmiş olur.
Aynı okula
giden bir grup öğrenci ısrarla okulda anlatılan “Karmaşık Sayılar” konusunu
anlamadıklarından yakınıyorlardı. Yakınmanın devamı olarak da “hele o omega’yı
hiç anlamadık” diyorlardı. Ben de anlamamıştım. Karmaşık Sayılarda “Omega”
neydi? Öğretmen arkadaşlarıma sordum. Onlar da bir anlam veremedi. Çocukları
çağırdım ve benim de anlamadığım “omega” yı bir yana bırakıp konuyu baştan
itibaren anlatmaya başladım. Omega neyse çıkar ortaya diyerek. Adım adım
gidiyorduk. Anlattığım her şey de anlaşılıyordu. Sonlara yaklaştık. Karmaşık
sayının kuvvetini almayı öğrendik ve ardından ayrı bir başlık açmadan ½ nci
kuvvetini yani karekökünü almayı sordum. Rahatlıkla çözdüler. Bize ikinci kökü
tartışmak kaldı. Tartışma sonuçlandığında öğrencilerden biri ve en çok yakınanı
“aa. İşte buydu! Omega buymuş. Anladım.” tepkisini verdi. O anda anımsadım.
Kitaplarında Karmaşık Sayı’nın karekökleri
“W” ( Omega ) simgesiyle
gösteriliyordu. Ve Karmaşık Sayıların “Omega” sı çocukların baş belası olmuştu.
Üçüncüsü:
Öğretmen kışkırtıcı olmalı.
Merak duygusu öğrenmenin itici gücüdür. Eğer öğretmen öğrencinin kafasında soru
işaretleri uyandırmak yerine “her şeyi eksiksiz anlatma” yanlışına düşerse
merak duygusunu köreltir. Tam tersine merak duygusunu kışkırtan bir çizgi
izlemelidir. Bu yolla öğrenci yeni çıkarımlarda bulunarak küçük zaferler yaşar.
Çünkü Öklid Bağıntısını ispatlayan öğrenci o anın “Öklid”idir. Öğretmen de “Çağdaş
Öklid’in öğretmeni.” Bu doyulmaz bir
paylaşımdır. Anne çocuğunun yürüme coşkusunu bir kez yaşar. Oysa bizim öğrencilerimiz
her gün yeniden yürümektedir. Anneleri kıskandırırcasına…
Merak
duygusunu kışkırtan, öğrencinin yaratıcılığını geliştiren öğretmen bunların
sonucunda matematiği ezberlenesi “özellikler yığını” olmaktan da çıkarır. Bu
noktada yine ne yazık ki demek zorundayım, ders kitapları ve uygulamalar
matematiği “özellikler yığını” haline getirmekte ve sevimsizleştirmektedir. Bu
sorunun üstesinden gelmek de eğitime ve matematiğe doğru bakan öğretmene
düşmektedir.
Dördüncüsü: Öğretmen sezgi gücünü
geliştirmelidir. Sezgi, çıkarımın öncüsüdür. Bir teoremin ispatı için hangi
verilerin, hangi yöntemin kullanılacağı sezgiye dayanır. Bir sorunun hangi konu
veya hangi bilgiye dayandığını anlamak da sezgiye dayanır. Sezginin önemini
bana en iyi anlatan da çok başarılı bir öğrencimin “ben sorunun bende neyi
ölçmeye çalıştığını sezer ondan sonra çözüme geçerim” sözleridir.
Sezgi gücünü
geliştirmenin yolları öğrencilerle birlikte soru hazırlamak, birlikte teorem
ispatlamak ve soruların yapısını tartışmaktır. Bu yolla öğrenci yeni
bilinmezlere, yeni ufuklara hazır hale gelir.
Beşincisi: Öğretmen matematikçi
yetiştirmeye çalışmamalıdır. Bu bizim işimiz değil. Matematikçi üniversitede
yetişir. Üniversite öncesi eğitimde amaç; matematiğin temel konularını
kavratmanın dışında matematiksel düşünme, ispat mantığı, yorum yapabilme… Gibi
altyapı çalışmaları olmalıdır. Bu bakışla bir fonksiyonun türevinin ne anlama
geldiğini bilmek, fonksiyonun türevini almayı öğrenmekten daha önemlidir.
Yine ne yazık ki uygulamada çoğu kez bunun
tersi olmaktadır. Öğretmen kendisinin üç gün uğraşıp çözdüğü soruyu öğrenciye (
hem de sınavda ) sorabilmektedir. Özel çözüm ve uğraşı gerektiren sorularla
uğraşmak, daha ilgili olan öğrencilere bu soruları ödev olarak vermek ve
birlikte çözümleri üzerinde tartışmak elbette güzel. Ancak bu tür sorular
lisedeki bir sınıfın matematik sınavında sormak (kimse kusura bakmasın)
bilinçsizliktir, görgüsüzlüktür. Bu sorular bu seviyede başarıyı ölçmediği gibi
çoğu zaman başarısızlık ve yılgınlık duygusuna yol açmaktadır. Doygun
öğretmenin öğrenciye “acayip şeyler bildiğini!” göstermeye gereksinimi yoktur.
Altıncısı: Öğretmen ölçme işini yazılı sınavlara sıkıştırmamalıdır. Elbette -soruları
iyi hazırlamak koşuluyla- sınavlar önemlidir. Ama başarıda tek ölçü
olmamalıdır. Sadece öğrencilerin matematiğe yakınlıklarının ve kavrama
düzeylerinin farklılığı bile yazılı sınavların tek ölçü olmaması gerektiğinin
kanıtıdır. O nedenle öğrencinin ders etkinliği, ödevlerini yapmadaki sorumluluk
duygusu, derse katılımı vb. etkinlikleri yazılı sınav kadar önemlidir.
Sıraladığımız davranışlara yenileri eklenebilir. Önemli olan, yeterli
özenin gösterilmesidir. Eğitim canlı bir organizma gibidir. Öğrenci sürekli ve
hızlı bir değişim içindedir. Bilgi, bilim ve eğitim yöntemleri de sürekli
gelişim göstermektedir. Öyleyse öğretmen de değişime açık olmalı kendisini
geliştirmeli.
Sonuç
olarak, teknoloji değişebilir, eğitim yöntemleri değişebilir, işlenen konular
değişebilir. Ama öğretmenin işine ve öğrencisine olan tutkusu, öğrenme duygusu
değişmez. Değişmemeli. Öğretimde değişmez iki temel ilkenin ise:
“Öğrenmeyecek öğrenci yoktur. Yeter ki uygun yöntem bulunsun” ile
“Öğretmenin
ne anlattığı değil, öğrencinin ne anladığı önemlidir” olduğunu unutmamak
gerekir.
Son olarak
da anlatım yöntemi olarak iki ana etkinlikten kısaca söz edelim.
Anlatım Tekniği
İki temel anlatım tekniğinden söz
edilebilir. Kurallı anlatım ve ilişkisel anlatım.
Kurallı
anlatım bilgiyi vermek ve bilginin kullanımına yönelik uygulama yapmak
biçimindedir. Bu anlatım tekniğini “bilgi + uygulama” biçiminde formüle edebiliriz.
Uygulamanın amacı bilgiyi pekiştirmek, unutmamayı gerçekleştirmektir. O nedenle
çok ve birbirine benzer örnek yapmak zorundasınızdır. Öğrenciyi de çok soru
çözmek konusunda ikna etmelisiniz. Bu teknikte öğretmen ön plandadır. Tahtayı
en çok öğretmen kullanır. Konuyu öğretmen anlatır. Öğrenilecek bilgileri
öğretmen verir. Öğrenci ise notunu alır,
dinler, soru çözer ve verilen ödevleri yapar. Verilen bilginin pekişmesi için
bunlar gereklidir.
İlişkisel anlatım ise çıkarımlarda bulunmak, çıkarımları bilgiye
dönüştürmek ve uygulama yapmak biçimindedir. Bunu da “çıkarım + bilgi +
çıkarım” biçiminde formüle edebiliriz. Bu etkinlikte çıkarım için harcanan
zaman, toplam sürenin çoğunu alır. Çözülecek sorular birbirinden farklıdır.
Bilgiyi kullanma becerisini geliştirmeye yöneliktir. Öğretmen yol gösterici
konumundadır. Tahtayı daha çok öğrenci kullanır. Çıkarımlarda bulunan ve
uygulayan da öğrencidir. Öğretmen sınıfın “n inci” öğrencisi gibidir.
Bu
teknikleri matematiğe uygularsak,
Kurallı Matematik:
Kurallı
matematik özellik ve teoremlerin bilgi olarak verilmesi ve bilgiyi kullanmaya
yönelik bol örnek yapmak biçimindedir. Başarısı; “ne kadar çok soru çözersen o
kadar iyi öğrenirsin” öğüdüne bağlıdır.
Kurallı
anlatımda çabuk sonuca ulaşılır, ama çabuk unutulur. Bu nedenle verilen teorem
ve özellikler sık sık karıştırılır. Öğrenmeden çok belleme ön plandadır.
Örneğin
kesirli sayıların bölmesinde, “birinci kesri aynen yaz, ikinci kesri ters çevir
çarp” der, uygulamalara geçersiniz. Öğrencinin söylediğinizi yapıp yapmadığını
gözlersiniz. Söyledikleriniz çok kısadır. Zamanı daha çok uygulama yapmaya
ayırırsınız. Derste kaç soru çözdüğünüz ders veriminin ölçüsüdür. Öğrencinin
“günde … soru çözmesi” de (bana göre deliler gibi soru çözmesi) ne kadar çok
çalıştığının ölçüsüdür.
Geçenlerde bir öğrencim, “ hocam verilen
soruları yetiştirmekten hangi dersten, dersin hangi konusundan eksiğim var diye
düşünmeye zaman bulamıyorum” diye yakınıyordu. Yanıtım; “ukalâlık yapma.
Eğitimi benden iyi mi bileceksin. Otur sorularını çöz. Sen düşünme, biz senin
yerine düşünürüz” biçiminde oldu. Sanırım ikna!
Etmişimdir.
İlişkisel Matematik:
İlişkisel matematikte sonuçlar öğrenciler tarafından ya da öğretmenle
birlikte çıkarılır. Çıkarımların ardından uygulama ve yeni çıkarımlar gelir.
Bilgiye
ulaşmak daha çok zaman alır. Ancak daha kalıcıdır. Yeni durumlara daha kolay
uygulanır. Unutma çok daha azdır. Bu yöntem yeni keşiflere açıktır.
Örneğin Öklid
Bağıntılarını, Üçgende Benzerlik konusunun bir uygulaması olarak öğrenciye
buldurmak, bilginin kalıcılığını sağlar. Hem bir teorem ispatlar hem de
benzerlik konusunu tekrar etmiş olur. Ayrıca daha önce öğrendiği benzerlik
konusunu anlam kazanır.
İlişkisel matematiği uygularken bazen bir ders saatinde ancak bir soru
çözersiniz. Daha doğrusu didiklersiniz. Soru hangi davranışı ölçüyor, niçin
sorulmuş, kaç değişik yöntemle çözülür, başka türlü sorulabilir miydi, daha
güzel sorulabilir mi… diye. Sonra zil çalar. Tartışma öğretmenler odasına veya
koridora taşınır. Olan size olur. Çayınızı içemezsiniz.
Karşılaştırma:
Yukarıdaki iki tekniği ortaya koyarken yansız olmaya çalıştım. O nedenle
de çok kısa ele aldım. Ama bu özet açıklamada bile sanırım yansızlığı
koruyamadım. Aslında yansızlık olanaksız. Yansız olmaya çalışmak içtenliği ortadan
kaldırıyor. Yukarıda yazdıklarım- sıraladıklarım düşünüldüğünde ilişkisel
anlatımın avantajları apaçık ortada. Aksiyom gibi. Uygulamalarımda da
olabildiğince ilişkisel matematiği öne çıkarıyor ve uyguluyorum. Aslında uygulamaya
çalışıyorum demek daha doğru sanırım. Anlatım yöntemi olarak kurallı
matematiğin yaygın olarak kullanılması benim gibi ilişkisel matematiği
uygulayanlar için önemli bir engel.
“Neden
kurallı matematik daha yaygın” sorusunun yanıtı ise sanırım daha kolay uygulanabilir
olmasında. Bu yöntemi uygulayanlar alınmasın ama bu yöntemde öğretmenin
ustalığı da pek önemli değil. Kuralları
yeterince öğrenen birçok insan öğretmen olmasa da bu yöntemle matematik anlatabilir.
Öyle de oluyor. Kendi alanında başarılı olamayan başka mesleklerden bir çok
insan “öğretmenlik” yapıyor. Çünkü “matematiği” bilmesi gerekmiyor. Kuralları
bilsin yeter. Pedagojik yeterlilik mi? O da gerekmez…
Ver
kuralları. Sonra da piyasadan topladığın, hatta altına imzanı da attığın
yüzlerce soruyu… Tamamdır. Gitsin sınavda notunu alsın. Alamazsa mı? “Eee ben
daha ne yapayım. Adam çalışmadı. Ben ona o kadar söyledim” dersin biter. Bu
temelde yetişip karşımıza gelen öğrenci o kadar çok ki. Böyle yetişen öğrenci
ne yazık ki bilgiyi, tüketilecek bir nesne olarak görüyor. Onlar için “neden” sorusunun yanıtı “işte öyle” nin ötesine
geçmiyor. Öğrencinin alışkanlıklarını değiştirmenin zorluğunu öğretmenler iyi
bilir. Buna bir de ilişkisel matematiği uygulamanın zorluğunu ekleyin. İşiniz
iyice zorlaşır.
Kurallı
matematiği kullandığım zamanlar da oldu. Ancak öğrenciler gibi ben de doyuma
ulaşamadım. Umduğum sonuçlara varamadım. Bir kez dışında.
Dışarıdan lise bitirme sınavlarına hazırladığım bir öğrencim vardı. Uzun
yıllar öğrenimine ara vermiş ve her şeyi yeniden öğreniyordu. Kavrayışı üst
düzeydeydi. Liseler 3 yıldı ve sınavlara gireceği dönem için Lise 2
matematiğine çalıştık. Gireceği sınavda isteyen öğrenciler lise 2 ve lise 3
sınavına aynı anda, aynı süre içinde girebiliyor, soruları yanıtlayabiliyordu.
Öğrenci lise 2 için hazırdı. Lise 3 konularına ise hiç bakmamıştık. Sınavdan
bir gün önce sadece 1–2 saat, lise 3 için belli başlı kurallara çalıştık. Birer
örnek çözdük. Öğrenci ertesi gün girdiği sınavda hem lise 2 hem de lise 3
sorularında başarılı oldu. Yani kısa yoldan sonuca ulaştık. Elbette biraz da
şansı yardımıyla. Sınav bir hafta sonra olsaydı aynı başarı elde edilir miydi?
İşte o şüpheli.
Öyleyse
şans faktörünü de kurallı matematiğin bir unsuru olarak sayabiliriz. Ama
eğitim- öğretim etkinliğinde “şans faktörünün” ne denli yeri vardır
çekincesiyle…
Ahmet Doğan – Bilim
ve Gelecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder