15 Ekim 2015 Perşembe

EĞİTİM NEREYE

            
                NEREDEN GELDİK
                
                 İlk Ders
                 Etrafı yaşdaşlarıyla çevriliydi. İlkokulu yeni bitirmiş kızlı erkekli çocuklar. Her birinin yanında bir büyüğü. Annesi ya da babası. Küçükler birbirini süzüyor. Büyükler ise çocukları… Kulaklar önünde durdukları tek katlı, sarı boyalı binadan gelecek seste. İsimlerinin okunmasını bekliyorlar. Sırası geldi sonunda. İsmi okundu. Kendisiyle birlikte birkaç isim daha…  
                 Yürüdü küçücük yüreği çarparak kapıya doğru. Üç dört basamak çıktı, açık kapıdan içeri girdi. “Gel bakalım dedi” düzgün giyimli, kravatlı biri. Buyurgan ama güven verici. “Adın ne senin” diye sordu. Adını söyledi. Anladı ki buyurgan tavırlı adam öğretmendi. Öğretmen aldığı yanıtın devamını getirdi. “Kapaklı Köyü ilkokulunu bitirmişsin. Babanın adı Ali… doğru mu?” “Evet” diye yanıtladı. Öğretmen,  masanın üzerinde sıralanmış kitaplardan birini aldı, bir sayfa açtı, uzattı. “Karşı sıraya otur. Bu sayfayı güzelce oku.” Sol taraftaki büyük masayı göstererek; “ Az sonra öğretmenlerin seni çağıracaklar.”
                Kitabı aldı. Öğretmenin işaret ettiği yöne baktı. Büyükçe masanın etrafında üç öğretmen, karşılarında bir öğrenci. Duyamadığı bir şeyler konuşuyorlar.
                Boş sıralardan birine doğru yürürken etrafına bakındı. Birkaç çocuk daha vardı sıralara oturmuş. Her biri kafasını kaldırmadan verilen metni okuyor. Boş bir sıraya oturdu. Okuması istenen metne baktı. Nasrettin Hoca’ nın bir fıkrası. Çok da iyi bildiği ve sevdiği. Okumaya gerek duymadı. Heyecanı azalmıştı. Güven verici bir havası vardı içinde bulunduğu kocaman odanın. Sıralar temiz, duvarlar pencereler boyalı. Camlar pırıl pırıl.
               Büyük masanın başındaki öğretmenleri ve karşılarında oturan öğrenciyi gözledi. Belli ki öğretmenler soruyor, ellerini bacaklarının arasında kavuşturmuş öğrenci yanıt veriyor. Öğretmenler arada bir de sırasını bekleyen öğrencileri gözlüyor. Birisiyle göz göze geldi. Kendisine bakıyordu. Gözlerini kaçırdı tedirgin… Bir gözü yan duvardaydı şimdi. Öbürü nerede bilemedi. Çaktırmadan yeniden baktı. Şimdi karşısındaki çocukla konuşuyordu o öğretmen. Gülümseyerek. Tedirginliği yok oldu. Şimdi de büyük masanın yan tarafındaki tahtadaydı öğrenci. Uzaktan görebildiği kadarıyla matematik işlemleri yaptırıyorlardı tahtada. Çarpma ya da toplama.
               Şimdi anladım dedi kendi kendine: “Mülâkat buymuş demek!” Sormuştu daha önce ve anlatmışlardı. Ama tam canlanmamıştı kafasında mülâkat. Üç öğretmen bir öğrenciyi karşılarına alıyor, ona sorular soruyormuş. Sınıfta tahtaya kalkmak gibi bir şey diye düşündü. İyice rahatladı. Biraz sonra adını okuyarak çağırdılar. Sırası gelmişti. Kalktı büyük masaya doğru yürüdü. Öğretmenlerin gözü üzerindeydi. Sanki nasıl yürüdüğünü gözlüyorlardı. Bu gözlemenin bedensel bir engeli olup olmadığını anlamaya yönelik olduğunu çok sonraları öğrenecekti. Öğretmen okuluna seçilecek öğrenciler için dikkat ediliyordu.
              Masanın karşısındaydı şimdi. Otur bakalım dedi öğretmenlerden biri. Oturdu. Göz göze geldiği öğretmen, “ sen verdiğimiz metni neden okumadın” diye sordu. Şaşırdı bir an. Azıcık da ürktü. Alçak sesle; “ben biliyorum o fıkrayı” dedi. “Başka fıkrasını da bilir misin Nasrettin Hoca’ nın” diye sordu diğer öğretmen. “Hepsini biliyorum” diye yanıtladı biraz çekinerek. “ Çok kitap okur musun” sorusu geldi ardından. “Okurum” dedi. “Hem kitaplık kolu başkanıydım hem de sınıf başkanıydım.” Ardından bunu niye söylediğini düşündü. Anlamsız bulmuştu. O ana dek konuşmayan üçüncü öğretmen sordu bu kez. “Matematiği seviyor musun?” “Seviyorum.” “ Sana çarpım tablosundan soralım. Kaçları sormamı istersin?” “Hangisi olursa olsun.” “Peki vazgeçtim. Sana akıldan bir problem sorayım” dedi ve sayılarını vermeden bir problem anlatıp, “nasıl çözersin” diye sordu. Biraz düşündü. Şaşırdı. Çözülemezdi çünkü eksikti. “Neden durdun” diye sordu öğretmen. Çaresiz söyleyecekti. Ürkek ve alçak sesle; “çözülemez ki” diyerek nedenini açıkladı. Gülümsedi soran öğretmen ve üç öğretmen birbirine baktı. “Sen gidebilirsin” dediler. Oysa metinden soru soracaklarını bekliyordu daha tahtaya kaldıracaklarını da…
              Kalktı kapıya doğru yürüdü. Kapıdan girerken çok istekli değildi öğretmen olmaya ve bu sınavı başarmaya. Çıkarken ise üzülüyordu şimdi. Bu odada geçirdiği 5 -10 dakika öğretmen olma isteği yaratmıştı onda. Üzgün ve biraz da kızgın; “mülakat dedikleri de sohbetmiş meğer” diye düşündü. Üç beş basamaklı merdiveni inerken.

              İkinci Ders
             Sınavı kazanmış okula girmişti. Öğretmen olmaya adım atığının ilk yılı. 11 – 12 yaşlarında. Okul ona göre bir “çeşit” ti her şey burada. Hem de en ilgincinden.
            Spor sahaları ilginçti. Her türüyle. Futbol, basket, voleybol, jimnastik sahaları, kum havuzları. Neredeyse her an ya beden eğitimi dersi vardı, ya da kıyasıya maç yapan öğrenciler.   
           İşlikler ilginçti. Marangozhane, demirhanesiyle, malzeme depolarıyla. Buralarda iş bilgisi dersleri yapılıyordu.
           Laboratuarlar ilginçti. Malzemelerin bir kısmı döner sermayece (okulun öğrencilerinin ürettiği tarım ürünleriyle finanse edilen)  alınmış, bir kısmı okulun marangozhanesinde, demirhanesinde yapılmış. Koskoca laboratuarların anahtarları 15 yaşındaki görevli öğrencinin cebinde…
           Tiyatro salonu bir başka ilginçti. Her ay mutlaka öğrencilerin bir temsiline sahne olan. Hem de sıradan değil. Perdesi, kulisi, paravanları, ışıklarıyla. Her birini öğrencilerin yaptığı. Ve en zor oyunların sahnelendiği.
            Kantin bir başka ilginçti. Satranç, dama, bilardo masaları hatta masa futboluyla. Yine bir çoğu okulun işliklerinde üretilmiş.
            Resim, müzik atölyeleri de ilginçti. Resim altlıkları, boya malzemeleri, piyano, trambon, trampet… darbuka ve bando takımı araçlarıyla. Sorumlusu olan öğrencilerin gözü gibi kolladığı.
              Kütüphane dönemine göre bir deryaydı. Binlerce kitap ve dolup taşan öğrencileriyle. Ve de her kitabın yerini ezbere bilen Secaaddin Gada ( Seceaddin Abi ) sıyla.
              Dersler o kadar ilginç değildi. Her okulda olan türden. Ama derslerin işlenişi ilginçti. Öğretmenler de. Örneğin Türkçe dersi…
               Öğretmen Zülfikar Ortaç. En yaşlı öğretmen. Çocuğu yok. Belki de o nedenle çok sevecen. Babacan denilen türden. Gömleği her zaman beyaz. Giysileri tiril tiril. Gravatı özenle bağlanmış. Mendil cebindeki gravatıyla uyumlu mendili hiç eksik değil. Daha ilk günlerde başlamışlardı Yaşar Kemal’ in İnce Memet’ ini  sınıfça sesli okumaya. Bir öğrenci kalkıyor biraz okuyor. Az sonra bir diğer öğrenci kalkıp okumaya devam ediyor. Arada bir Zülfikar Ortaç araya giriyor. “Bak efem bak, bak. Ne de çapkınmış Memed!” türünden. Ya da “ söyle bakalım efem, niye bu kadar kızıyor  ağa Memed’ e” sorusuyla. Ve: “Türkçe dersi demek kitap okumakmış meğer” diye düşünmeye başladı bir süre sonra. Okul Kütüphanesini de mekân tutarken…
           
             Üçüncü Ders
             Aynı yıllardaydı. Matematik öğretmeni Nevin Nurdoğan. Boyu posu yerinde gösterişli bir kadın. Her derse mavi beyaz pütü kare önlüğüyle girer. Otoriter, kararlı ve adaletli. İlk yazılısından 10 almıştı on üzerinden. Sınıfın en yüksek notuydu ve bu notu alan tek öğrenciydi. Övdü onu öğretmeni şımartmadan. İkinci yazılıda ise 1 aldı. Yine on üzerinden. İlk sınavdaki notuna güvenip çalışmamıştı. Şaşırmıştı Nevin Nurdoğan. Kaşları çatık, “gel bakalım, bu neyin nesi?” diyerek sözlü sınav için tahtaya kaldırdı. Zayıf alacağını bildiği için çalışmıştı o arada. Doğru yanıtlar verdi. Öğretmen kulağını çekti. “Demek ki çalışmamışsın. Haylazlık yapmışsın. Şimdi sana sözlü notu olarak 10 veriyorum. Ama bir daha böyle yapma!” demişti.
           Mahcup yerine otururken “sürekli başarı için şımarmamak gerekmiş meğer” diye düşündü. Annesine duyduğu özlem, öğretmeninin kulağını çeken parmakları arasında eriyip gitmişti…
                   Dördüncü Ders
               Daha sonraki yıllardaydı. Tarım İş dersi. Tarım dersleri okulun tarım bahçelerinde ve genellikle uygulamalı yapılırdı. O günün programına ve gereksinimine göre, ya ağaçları sulamaya giderler ya bal peteklerinden bal süzmeye, ya meyve toplamaya ya da toprak çapalamaya. O gün de sınıfta toplandılar. Yoklama alındı ve öğretmenleriyle birlikte bahçelere doğru yola çıktılar. Öğretmen her zamanki yoldan farklı yürüttü onları sınıfça. Resim atölyesinin bitimindeki boşlukta durdular öğretmenlerinin isteği üzerine. 40 – 50 metrelik boş bir alan ve ortasında bir ağaç. Oldukça büyük ve gür. “Bakın çocuklar” diye başladı öğretmen. “Bu ağacı sizden çok  önceleri, bir kız öğrenci yani bir ablanız dikmiş. Bu çok özel bir ağaçtır.” Anlayamadılar ağacın neden özel olduğunu gözleriyle ağacı yeniden inceleyerek. Az ötedeki ağaçları, daha ötekileri de öğrencilerin diktiğini biliyorlardı. Sordu sabırsız biri açıklamayı beklemeden. “Neden özel Hocam?” Duygulu bir sesle anlattı öğretmen: “Çünkü bunu diken çocuk diktikten bir süre sonra veremden ölmüş. Onun üzerine arkadaşları bu ağacı nöbetle sulamış, dibini çapalamış. Bu yıllarca sürmüş. Bakın bu ağaç bu çevredeki en gür ağaçtır. Onda arkadaşlığın, kardeşliğin vefa borcu, emeği var…” Ve bu açıklamadan sonra “haydin elma bahçesine” dedi yürüdü. Çoğu burnunu çekerek, bazıları da gömleğinin yeniyle gözünü silerek onu izledi.
             O günün görevi elma toplamaktı. Bir yandan elma topluyor bir yandan da şakalaşıyor hatta şımarıyorlardı. Şımarmalarına göz yumulurdu küçük sınıfların. Zarar vermeye başlamalarına dek. Şımarma özgürlüğünü kullanarak dallara asılmaya sallanmaya başlamışlardı bile. Öğretmen kararlı bir sesle uyardı: “Çocuklar, ağaçların canını yakmayın!” Sallandığı ağacın dalını bırakırken, “ağaçların da canı varmış meğer” diye düşündü.
              
              Beşinci Ders
             Altı yıllık sürenin üçüncü yılındaydı. Yani şu andaki öğretim süresinin birinci kademesinin son yılı. Fen Lisesi sınavlarına girdiler. Ve tek Ankara’ da vardı Fen Lisesi. Daha sonra İstanbul ve Ankara’da da açıldı. Bilim adamı olma ışığı olan öğrencileri seçiyorlardı Fen Lisesi’ne. Alınan öğrenci sayısı da 20-30 kadardı. O yıl o da girdi sınavlara. Sonuç iyiydi onun ve okulu için. Bölgede ilk sınavı kazanan 6-7 öğrenci vardı. Bunların dördü Öğretmen Okulu’ndan ve biri de oydu. Kutlama üzerine kutlamayla karşılaştılar. Arkadaşları, okul çalışanları, öğretmenler, yöneticiler. Övgüler hoşlarına gitti. Hatta şımardılar bile. Kolay mı? Birden bire okulun gözdeleri olmuşlardı. Ortalıkta fiyakalı fiyakalı dolaşmaya başladılar. “Fen Lisesi” ni kazananlar olarak.
              Birisinin aklına bir uyanıklık geldi. İkinci sınava 10 gün kadar vardı. “Kütüphanede ikinci sınava hazırlanacağız” demenin tam da sırasıydı. Kaytarmanın bundan iyi bahanesi olamazdı. Hemen bir plân yaptılar; Okul Müdürüne gidilecek, durum anlatılacak, çalışmak için izin istenecek. Sonra… 10 gün yan gelip yatılacak. Okul Müdürünün nerede olduğunu soruşturdular. Müdür Nizamiyedeydi. Bir sınıfla uygulamalı Tarım Dersi yapıyordu. Branşı Tarım İşti. Bilinirdi Müdürün çalışkanlığı, yaratıcılığı, inatçılığı ve öğrencilere, eğitime, okula düşkünlüğü. Ve de kararlılığı, adaleti ve ödünsüzlüğü.
             Okula müdür olarak atanalı daha bir yıl olmamıştı. Kısa sürede okulun çorak arazilerinin önemli bir bölümünü ağaçlandırmış, yeşertmişti. Öğrenciler istekle çalışırdı derslerinde. En başta da müdürleri. Daha birçok yenilik getirmişti okula kısa sürede. Sosyal ve kültürel alanda. O geleli yemekhanedeki yemekler bile artmıştı, güzelleşmişti. Ama her dönemde olduğu gibi uzun sürmemişti müdürlüğü. Bir gün aniden görevden alınmış, sürülmüştü. Çok üzülmüştü öğrenciler bu “sert adamın” gidişine. Ha… Duymuşlardı bir yerlerden bir de “Sosyalistmiş müdür” diye. Sosyalizmin iyi bir şey olduğunu öğrenmişlerdi böylece.
              Beş kafadar Nizamiye’nin yolunu tuttu. Sözcü olarak da onu seçmişlerdi. “Sen edebiyatçısın, iyi konuşursun” diyerek. Ağaçlıklı yolun bitiminde Nizamiye’yi gördüler. İşte oradaydı Müdür. Etrafında öğrenciler. Duvar örüyorlardı. En çok çalışan da Müdür. Başında hasır bir şapka, sırtında kısa kollu bir gömlek, elinde mala. Harcı o koyuyor, öğrenciler taşları üst üste, yan yana sıralıyor.
             Gelen gruba göz ucuyla bakmış, tanımıştı “Fen Lisesi Sınavını” kazananları. Yani okulun “medar-ı iftarı” öğrencilerini! Bizimki biraz tafralı biraz ürkek; “kolay gelsin Hocam” dedi. Az biraz sessizlikten ve malanın üzerindeki harcı taşların üzerine yaydıktan sonra kafasını kaldırmadan, “sağ olun” dedi. Devam etti bizimki; “biz Fen Lisesi birinci basamak sınavını kazanan öğrencileriz.” Yine bir sessizlik ve kovanın içinden harç alırken, “eee” dedi müdür. Bu “eee”, “ ben sizin derdinizi biliyorum” der gibiydi. Süngü düşmeye başlamıştı kafadarlarda. Ama ok da yaydan çıkmıştı bir kez. El mahkûm devam edilecekti. Etti de daha kısık bir sesle; “ikinci sınava 10 gün var.” Müdürden bir “eee” daha çıktı. “ Biz ikinci sınava hazırlanmak istiyoruz.” Yine lanet bir sessizlik ve “aferin, çalışın, çalışkan olmak iyidir!” Mala tam gaz gidip geliyor. Sözcünün süngüsü iyice düştü. İşin rengi belli olmuştu. Düzenbazlıkları ortaya dökülmek üzereydi. Arkadaşları eleştirmeyecek olsa “hoşça kalın” der geri dönerdi. Çaresiz son tümceyi söyledi. “Bize bu 10 gün izin verseniz de derslere girmeyip ders çalışsak.” Bu heybedeki son ve en büyük salatalıktı. Daha uzun bir sessizlik ve ardından sertçe; “ Haydin teresler sınıflarınıza. Cambazdan bilim adamı da olmaz, öğretmen de. Çabuk kaybolun…” Kös, kös dönmüşlerdi gerisin geriye. Ama incinmemişlerdi. Okula doğru yürürken, “cambazlık adamlık değilmiş meğer” diye düşündü. Aklı, Müdürün alnından malanın üzerine damlayan ter tanesindeydi halâ…
                  
                   Altıncı Ders
              Dördüncü sınıftaydı. Haytalık dönemi artmıştı biraz. Her yaşdaşı gibi. Zaman zaman uyarılır, zaman zaman da göz yumulurdu yaramazlıklarına. Sabırlıydı öğretmenleri. Yanlışları düzeltmenin yolunun doğruların erdemini öne çıkartmaktan geçtiğini biliyordu yetiştirenler.
             Kütüphaneleri oldukça zengindi. O yılların neredeyse tüm kitapları bulunabiliyordu. Bir çok öğrenci arkadaşı gibi o yılların az sayıdaki süreli yayınlarından Varlık ve Türk Dili dergilerine aboneydi. Küçük harçlıklarının bir kısmını ayırarak abone oluyorlardı bu dergilere. Harçlıklarının bir kısmını da kitap almaya ayırıyordu.
             Kitaplık kolu okula satılmak üzere kitap getirttiriyordu. Satışı çok ilginçti. Kantinin bir bölümü kapatılmış, kitapların satıldığı yer haline getirilmişti. Satışın ilginçliği ise satıcının olmamasıydı. Satıştan sorumlu öğrenci sabah gelip kitapların satıldığı bölümü açar ve giderdi. Satıcı yok. Kapı her zaman açık. Öğrenci gider, alacağı kitapları seçer, üzerlerinde yazılı bedeli açıkta duran para kutusuna koyar, varsa paranın üzerini alır. Akşam etüt saatinde satış görevlisi gelir. Sayım yapar ve kitap paralarını alır gider. Çok mu garip? Evet ama öyleydi. Daha da garibi bozuk para olmadığı için, toplanan bedelin satılan kitapların karşılığından genellikle çok olmasıydı. Ertesi gün bozuk para varsa gidilir paranın üstü alınırdı. Kısaca başlı başına önemli bir ders. Onlarca benzeri gibi… Ama bu bölümün asıl dersi bu değil. Yine kitapla, kitap okumayla ilgili.
            Türkçe – Edebiyat derslerinin en temel etkinliği kitap okumaydı. Her öğrenci, her aya karşılık bir kitap olmak üzere yılda (en az) sekiz kitap okur. Sadece okumaz, okuduklarını incelerdi. Yazarın kısa yaşamı ve diğer eserleri açıklanırdı inceleme metninde. Kitabın özeti vardı, türü vardı, anlatım tekniğinin incelenmesi vb. vardı. Tüm bunlar bir deftere yazılır dönem bitiminde incelenmek üzere öğretmene verilirdi. Ve o defter kalın bir kitap büyüklüğünde olurdu. Zor gelirdi elbette bazı öğrencilere… Ama ödev ödevdi. Çaresiz yapılırdı.       
            Kitap okuma konusunda bir sıkıntısı yoktu. Seviyordu okumayı. Kitap seçme sorun değildi onun için. O yıl da incelenmesi kolay olmayan; Sefiller, Cyrano De Bercarak, Açlık, Mahalle Kavgası gibi yerli yabancı kitapları incelemişti. Hatta bazı arkadaşlarına da inceleme ödevi için yardımcı olmuştu. Yardımlaşma çok doğaldı aralarında. Yeter ki yardımlaşmanın dozu kaçmasın…
           Son sınıflardan bir abla kendisinden yardım istemişti. Bir ablaya, bir abiye yardım çok onur duyulacak bir şeydi. “Elbette” demişti “yardım ederim.” İsteği üzerine ablaya bir yıl önceki inceleme defterini vermiş ve abla da ondan yararlanarak yeni bir inceleme ödevi hazırlamıştı. Az şey miydi “abla” ya yardım!
           Abla iyice bir not almıştı sonuçta. Çok da iyi değildi ama ona yetiyordu aldığı not. Önemli olan da buydu. Gazoz bile ısmarlamıştı ona ablası.
           Bir hafta sonraydı. Akşam yemeğinden çıkmışlar, etüt zilini bekliyor ve şakalaşıyorlardı arkadaşlarıyla okul meydanında. Az ileride o gün nöbetçi öğretmen olan Nurettin Ergen oturuyordu. Türkçe öğretmenleriydi Nurettin Ergen. İşinde çok titiz, çok kibar, insanlara çok saygılı ve de kültürlüydü. Şiirler, denemeler yazar öğrencileri de teşvik ederdi okumaya yazmaya.
           Adını söyleyerek çağırdı onu. “ Gelir misin, biraz konuşalım.” Yanına gitti. Banka ilişti o da. Hal hatır sorduktan sonra: “ İncelemelerini beğendim. Güzel kitaplar okumuşsun. Özenle de incelemişsin. Teşekkür ederim.” Bu övgü mutlu etti onu. İnceleme ödevi, okuduğu kitaplar ve edebiyat üzerine konuştular. Daha da onurlandı. Nurettin Ergen’le edebiyat üzerine konuşmak az şey değildi.
           Ve biraz sonra öğretmeni sözü bir başka yere getirdi. “Senin geçen yıl yaptığın incelemeler de çok başarılıydı.” Sıraladı tek tek incelediği kitapları. “Eyvah” dedi içinden. O kadar inceleme içinde anımsayacağını düşünmemişti açıkça. Kibarca da olsa, “bir zılgıt yiyeceğim şimdi” derken öğretmeni devam etti. “Biz bu ödevleri çok yararlı olacağını bildiğimiz için veriyoruz. Kesinlikle angarya değil. Sizler öğretmen olacaksınız. Okumalısınız. Kültürlü olmalısınız. Ülkenin ve halkın dürüst aydınlara gereksinimi var. Okuyan insan demokrat ve çağdaş olur. Kendisine de güvenir. O zaman öğrencileriniz de,  halk da size güven duyar. Ancak o zaman, öğrencilerinize okumayı salık vermeniz anlamlı olur. Sen bu sorumluluğu yerine getiriyorsun. Emek harcıyorsun. Emek saygı duyulacak en önemli şeydir. Emeğine saygı duyuyorum ve seni tekrar kutluyorum.” Nurettin Ergen bunları söylerken o, söylemediklerini düşünüyordu. İçtenlikle bir şeyler söylemeliydi. Ama ne? Derken, “Haydi. Zil çaldı. Seni daha fazla tutmayayım” la kurtardı  onu zor durumdan Nurettin Ergen. Usulca kalktı ve yine usulca “ iyi akşamlar hocam” dedi.  Etüt sınıfına doğru yürürken, “ iyilik sanılan her şey, iyilik değilmiş meğer” diye düşündü. Nurettin Ergen’in övgülerinden teselli bularak…
                Dersler, dersler, dersler… 8. Ders, 9. Ders ve devamı. Altı yıl boyunca devam eden dersler. Program içinde görülen; psikoloji, sosyoloji, yöneticilik dersleri dışında. Yani “eğitim psikolojisi”, “çocuk psikolojisi”, “yetişkinler psikolojisi”, “eğitim sosyolojisi”, “teşkilat ve idare”, “çocuk edebiyatı”… dersleri ve uygulamaları dışında. Yukarıda örneklediklerimiz dışında, benliğine kazınan, her fırsatta uygulanan diğer dersler… Asıl derslerdi onlar. Adam olma dersleri.
               Sabah, uyanışla başlardı dersler. Okulun müzik odasından yapılan müzikle açarsınız gözlerinizi güne. Açılan pencerelerden ciğerlerinize temiz hava doldurarak. On dakika içinde yataklarınızı düzeltir sabah koşusu için yatakhanenin önünde yerinizi alırsınız. Koşunun devamı spor sahasında sabah sporudur. Tüm okul yüzlerce öğrenci oradadır. Yataktan kalkma mızmızlığı, yerini  neşeye, şamataya bırakır. Yarım saat sürer bu karnaval. Acıkırsınız kurt gibi. Yıkanır temizlenir, yemekhaneye koşarsınız. Bir türlü doyamadığınız… Sonra etütler, dersler. Zinde, keyifli yaşadığınızın farkında olarak.
              Hem o gününüz, hem her gününüz etkinliklerle doludur. Spor, sanat, bilim, kültür etkinlikleri. Ders bitiminden sonra kimi spor sahalarına koşar, futbol, basketbol, voleybol oynar. Bir grup masa tenisinin, diğer grup bilardo masasının başındadır. Müzik salonundadır bazıları, bazıları laboratuarlarda. Kimi folklor çalışmasında, kimi tiyatro çalışmalarında ya da kütüphanede. Birinin elinde mandolin ve etrafında on kişi. Neşe içinde şarkı söyler. Hiçbir şey yapmayan yol boyunca sohbet ederek gezer ya da koşuşturur.
           Her ay bir tiyatro izlersiniz. Ya okulda bir grup düzenlemiştir. Ya da dışarıdan bir tiyatro grubu getirttirilmiştir. Hafta sonları okulun sinema makinesinden film izlersiniz. Okul meydanına gerilen kocaman perdede. Hem de dönemin en yeni filmleri. Bilgi yarışmaları neredeyse haftalık olağan şeylerdir.
           Gezilere gidersiniz. Bazen okulla, bazen kaçak. Kaçak gidişlere göz yumulur risk yoksa.  Her yıl 1 Mayıs’ta neredeyse bütün okul Efes Şenliğindedir. Spor müsabakalarını izlemeye de gidersiniz. Yazları deniz kamplarına. Kamp dediysek öyle otellerde falan değil. Para yoktur. Okul düzenler dar olanaklarıyla. Bir ilkokulun bir sınıfı size ayrılır. Yatakhane olarak kullanırsınız. Bir sınıf da yemekhane. Başınızda bir öğretmen. Ama asıl kamp sorumlusu bir öğrencidir. Her zaman olduğu gibi. Öğretmen var - yok gibidir.
          En yakın yerleşim yeri 3 km uzaklıktadır. Ama her gün, günlük gazeteler, haftalık dergiler satılmak üzere gelir. Çoğunlukla gazeteleri tek başına alamazsın. Paran yetmez. Ya birkaç kişi ya da sınıf olarak alırsınız. Sırayla okunur. Hatta okuma alışkanlığı olmayanlara bile okutursunuz. Dünya’da, ülkede ne olup bittiğini öğrenir tartışırsınız.
          Kısaca eğitirler seni olanaksızlıklar ortasında. Hem de “göstere göstere” olmayan yöntemlerle. Her yer eğitim alanı, her an eğitim anıdır. Dünyayı sevmeyi öğrenirsin. Yurdunu sevmeyi. İnsanı, insana dair olan her şeyi. Ağacı, uçan kuşu,  börtü böceği. Ve ardından görev yüklenirsin. Aydın olma görevi, “öğretmen” olma görevi ve sorumluluğu.
          Ve tüm bunların toplamı bir bilinçtir. Öğretmen olma bilinci. Ve bu bilinç de bir derli toplu  düşünüşler toplamıdır. Bu düşünüşler toplamı bir felsefenin ürünüdür. Yani “eğitim felsefesi” nin.
                      EĞİTİM FELSEFESİ          
           Sözünü ettiğimiz yıllar 1960’lı yıllar. Ve okul Ortaklar İlk Öğretmen Okulu.  Köy Enstitülerinin devamı sayılan okullardan biri. Bir başka anlamda “düzeltilen!” Köy Enstitülerinden sadece biri. “Düzeltilmemiş” halini varın siz düşünün. Yukarıda sıraladığımız örneklemeler o günün koşullarında üzerinde saatlerce konuşulan, “vay be!” denilen türden edimler değildir. Hatta o günlerde üzerinde en az  konuşulan şeylerdir. “İnsanı ve insana dair her şeyi sevme” etkinliğidir öğrendiklerin. Ama öyle bir öğrenme ki, kişiliğini, bilincini oluşturur. Bilinç altına yerleşenler;  Öğretmen olmanın da “olmazsa olmaz” koşuludur. Ve eğer öğretmen bu bilinci içselleştirmişse anlamlıdır hangi eğitim modelini, hangi eğitim tekniklerini, hangi eğitim yöntemlerini uygulayacağın. Ve bu bilincin oluşmasına yön veren de yaşanılan koşullardır.
           Ki o yıllar, yeni cumhuriyeti kurma rüzgârının hala estiği yıllardır. Üstüne bir de 27 Mayıs’ın özgürlükçü, halkçı rüzgârı eklenmiştir. Elbette engellemeye çalışanlar da vardır bu etkinlikleri. Ama tüm engellere karşın, eğiten ne için eğittiğini, eğitilen niçin eğitildiğini bilmektedir.
          “Eğitim – Öğretim” etkinliği gereksinim duyulan “insan” ı yaratma eylemidir. O nedenle “siyasi iradeden” bağımsız düşünülemez. Buna karşın özellikle Türkiye gibi ülkelerde sosyal ortamın yarattığı “toplumsal direnç” ten bağımsız da düşünülemez. Siyasi irade, yani yöneten sınıfların yaratmaya çalıştığı insan, kârlılık düzenini devam ettirecek insandır. Oysa toplumsal direncin yaratmaya çalıştığı insan, “gerçek insan” dır. Etiyle, kemiğiyle en önemlisi de beyniyle var olan insan. Yani üretici, yaratıcı, özgür, demokrat insan. O nedenle siyasi iradenin “tutucu” hedefleri ile toplumsal direncin “devrimci” hedefleri çatışma içindedir. Hedefler farklı olduğu için de, eğitime yön veren düşünüşler bütünü olan “eğitim felsefesi” nin yönetenler ve direnenler için  aynı olmasından söz edilemez. Zaman zaman uzlaşmaların öne çıkması da bu genellemeyi değiştirmez… Sonuçta “eğitim felsefe” si yaşanan siyasi süreçten ve bağlı olarak da eğitim sürecinden bağımsız düşünülemez.
           TÜRKİYE’ DE EĞİTİM SÜREÇLERİ
           Türkiye’de eğitim yaşanmışlığını üç ana süreçte ele almak uygundur kanımca:
        Birincisi 1920 – 1945 yıllarını kapsayan uluslaşma süreci, İkincisi 1945 – 1980 yıllarını kapsayan dış müdahaleler ve darbeler süreci, üçüncüsü 1980’ lerden başlayan küreselleşmeci – liberal süreç.
           Uluslaşma Süreci
           Sürece yön veren, bağımsızlık zaferinin devamında “Yeni Cumhuriyeti” ve “Yeni Cumhuriyetin İnsanını” yaratma hedefidir. Ve bu saptamada eğitimin payına düşen “ Yeni Cumhuriyetin İnsanını Yaratma” saptamasıdır. Mustafa Kemal’ in söylemiyle ülke “Çağdaş Uygarlık Düzeyine” ne çıkmalıdır. Bu da ancak eğitilmiş bir toplumla olanaklıdır. Eğitim politikalarına, eğitim felsefesine yön veren temel düşünüş budur.  Ve bu süreç her alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeniden yapılanma hatta “hiç yoktan yapılanma” yı gerektirmektedir. Bu nedenle atılımcıdır, devrimcidir. Bağlı olarak da özgürlükçü, demokrat ve savaşımcıdır.
        Bu dönemin devrimci tutumuna en çarpıcı örnek, 1920 yılında maaşlarını alamadıkları için derslere girmeyen, okulları kapatan yani “grev” yapan öğretmenlere karşı savaş meclisinin aldığı tutumdur. Meclis eğitim ve öğretime verdiği önem nedeniyle askere bile almadığı öğretmenlerin “grev” ini haklı bulur, hiç birini “Taksim’ de sallandırmaz.” Milletvekillerinin tümü Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur’ u eleştirir. Eleştirinin de ötesinde Milletvekillerinden Ragıp Bey: “… Binaeleyh istihzaya çekilecek yalnız Maarif Vekili değil, Heyeti Umumiyenizdir ( Bravo sesleri ). İstifa etmesi lazım gelirse, yalnız Maarif Vekili değil hepimiz istifa edelim. Bu mesele gerek Maarif Vekaletinin, gerek Büyük Millet Meclisi’nin nâsieyi pakında bir lekedir (artan alkışlar ).”
       Devrimci atılımlar Cumhuriyetin ilânı ile hız kazanır. Halkın neredeyse tamamı okuma yazma bilmez. Köylerde okullar yoktur. Şehirlerde de yetersizdir. Öğretmen yoktur. Birkaç Üniversite vardır. Onlar da çok yetersizdir. Ve bu koşuların değişmesi öyle bir iki iyileştirme ile çözülecek sorunlar değildir. Çözüm topyekün hareketi gerekli kılar ve seferberlikler başlar… Okuma yazma seferberliği, öğretmen yetiştirme seferberliği, üniversiteleri çağdaş yapıya dönüştürme seferberliği, yurt dışına öğrenci gönderme seferberliği…
         Kısıtlı maddi olanaklara karşın köylere halkın da desteğiyle okullar yapılır, okullar açılır. Öğretmen yetiştirmek için; öğretmen okulları, Köy Enstitüleri, Yüksek Köy Enstitüleri kurulur.
        Halka okuma yazma öğretmek için; Millet Mektepleri, askeri birimlerde okuma-yazma taburları  “Ali okulları” kurulur.
       Kültürel yapıyı geliştirmek için; halkevleri, halk odaları, illere tiyatrolar açılır.
       Ziraat Mektepleri, Sanat Mektepleri, Üniversiteler… Bunların tümü devrim niteliğinde atılımlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi para yoktur, pul yoktur ve de borç çoktur…
            Bu girişimlere yön veren işte bu yok sayılan ulusu “ yeniden yaratma” felsefesidir. Bu süreç ulus olma bilincini geliştirir. Cumhuriyete sahip çıkacak kadroları yaratır. Feodal yapı sarsılmaya başlar ve doğal olarak karşıtını geliştirir. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kriz ortamını da fırsat bilen feodal işbirlikçi yapı güçlenir. 1940-1945 yıllarını kapsayan bu süreç Cumhuriyeti savunan güçlere karşı, giderek güçlenen işbirlikçilerin iktidarı ele geçirme savaşına sahne olan yıllarıdır. İşbirlikçilerin en çok üzerine gittiği alan da atılımların en hızlı geliştiği alan olan eğitimdir. İktidarda olan CHP güçlenen Demokrat Parti’ ye ödünler vermeye başlar. Köy Enstitülerinin kapatılması, Milli Eğitimden ilerici kadroların tasfiyesi bu sürecin sonucudur. Sürecin son beş yılı dengelerin değiştiği yıllar olur. Bir yanda halkçı devrimci güçler vardır, diğer yanda feodal- işbirlikçi güçler.
           Son beş yılda geri atılımlar boy verse de bu sürece genel olarak damgasını vuran, ilerici atılımlardır. En somut örneğini de Köy Enstitülerinde bulur. Köy Enstitüleri hızlı bir değişime neden olur. Köy Enstitüleri benzeri atılımlar Türkiye’ nin aydın potansiyelini de değiştirir.  Cumhuriyet öncesinin burjuva-bürokrat aydınları yanında halk kökenli aydınların ( sanatçı, politikacı, bilim adamı…) sayısı hızla artar. Eğitime yön verenler de artık bunlardır. Mustafa Necati’ler, Hasan Ali Yücel’ ler, İsmail Hakkı Tonguç’lar…
        
                Darbeler Süreci
          1945 İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ve Amerika’nın tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’ye de müdahil olmasıyla başlayıp, askeri darbelerin yaşandığı ve son askeri darbeye yani 12 Eylül 1980 e dek süren süreç.  Bu süreci üç dönem halinde ele almak gerekir.
           Birinci dönem 1946 Demokrat Parti ( DP ) nin kurulmasıyla başlar. Çok partili sisteme geçiş,  demokratikleşme yönüyle çok önemli bir atılım olmalıydı. Ama ne yazık ki bu olumlu başlangıç bugün bile içinden çıkılamayan açmazların başlangıcı olmuştur. Çünkü politik yaşamda feodal ve emperyalist birliktelik öne çıkmıştır.  Demokratik söylemlerle kurulan DP, iktidara geldiği 1950 yılına dek iktidardaki CHP den ödünler koparmış, iktidarı aldıktan sonra da kendi sivil diktatörlüğünü kurmaya girişmiştir. Ve adeta sonra gelen askeri darbelere meşruiyet kazandırmıştır. O günden sonra da Türkiye’de “demokrasi” isteklerinin sonu gelmemiştir.
           Her alanda hâkimiyet kuran DP diktatörlüğü, eğitim alanında da tasfiyelere kıyımlara girişmiştir. Cumhuriyet döneminin devrimci atılımları durdurulmuş, tarikatlarla işbirliği yapılmış, okullara din dersleri konulmuş, 1952 de Halkevleri, 1954 de Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Baskılardan en büyük payın düştüğü alanlardan biri de üniversiteler olmuştur. Arkasında 27 Mayıs 1960 askeri darbesi…
            İkinci dönem, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayıp 12 Mart 1971 darbesine dek süren dönem. 27 Mayıs her ne kadar askeri darbe de olsa bu dönem, görece özgürlüklerin yaşandığı dönemdir. Demokrat Parti Diktatörlüğüne son veren 27 Mayıs’ın en olumlu yanı belki de 60 Anayasası diye anılan ilerici anayasanın yapılmış olmasıdır. Bu anayasanın özgürlükçü yapısı sayesinde demokratik örgütlenmeler boy vermiş, sendikalar,  kitle örgütleri, Sosyalist Partiler kurulmuştur. Sosyalist İşçi Partisi 1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle meclise girmiştir. Bu özgürlükçü yapı sayesinde sosyalist düşünceyle doğrudan tanışan Türk Aydını daha ileri, daha devrimci ve daha savaşımcı bir yapıya kavuşmuştur. Bu yapının oluşmasında Amerika’ nın doğrudan küstahlıklarının da büyük yararı olmuştur.
           27 Mayıs rüzgârı eğitim alanında da karşılığını bulmuş, yurtsever devrimci öğretmen yapısı hızla gelişmiş, öğretmenler örgütlenmiş, öğretmen mücadelesi örgütlülüğü ve kitleselliğiyle toplumsal mücadelenin en etken unsurlarından biri olmuştur. 60 Anayasasının kamu çalışanlarına tanıdığı hakla Öğretmenler Sendikası kurulmuştur.
          Türkiye Öğretmenler Sendikası ( TÖS ) nın kuruluş yılı 1965 tir. TÖS kısa sürede öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunu kucaklamış, 4-8 Eylül 1968’de de görkemli Devrimci Eğitim Şûrasını toplamıştır.  Okul hizmetlilerinin, öğretmen temsilcilerinin, sanatçı, bilim adamı, aydınların katılımıyla gerçekleşen bu toplantılar eğitim tarihi için de çok önemli bir yere sahiptir. Beş gün boyunca süren şûra çalışmalarında; ülkenin emperyalizmle ilişkisinden, sosyoekonomik yapının tahliline, öğretmenlerin özlük haklarından, öğrencilerin beslenme sorununa hatta çocuğun tuvalet eğitimine varıncaya dek her şey tartışılmış, sonuçlar bildirilerle halka duyurulmuştur.   Şûra sonunda “ Devrim İçin Eğitim” ilkesi benimsenmiştir.  
         Hemen ertesi yıl yani 1969 yılında TÖS’ ün uyguladığı Öğretmen Boykotu’ na 100.000 in üzerinde öğretmen katılmış, öğretmenler eğitimle ilgili sorunları halkla paylaşmıştır.  
        Sonuçta bu dönem mücadelenin eğitim alanında da güçlü olduğu yıllardır. Eğitim politikalarını her ne kadar iktidardaki işbirlikçi egemen güçler belirlese de, uygulama alanındaki direnç halk güçlerinin çeşitli mevziler kazanmasına yol açmıştır. En azından egemenlerin “istedikleri gibi at oynatmalarına” izin verilmemiştir.
          Üçüncü dönem ise, 12 Mart 1971 darbesiyle 12 Eylül 1980 darbesine kadar devam eden dönemdir. 12 Mart Darbesi, 27 Mayıs Darbesinden farklı olarak, halkla bütünleşme yönünde ilerleyen devrimci güçlere karşı yapılmıştır. Direnen sadece aydın ve gençlik hareketleri değildir çünkü. İşçiler, köylüler, memurlar da direnmektedir. 12 Mart’ da sol örgütler, partiler, sendikalar kapatılır. Devrimcilere karşı adeta sürek avı başlatılır. Devlet açık bir militarist çizgidedir artık. Bir süre sonra darbeciler yönetimi sivillere bırakmış görünseler de bu siviller askerleşmiş işbirlikçilerdir. Devletin militarist yapısı Amerikan destekli sivillerce sürdürülür.
         Sokağı da boş bırakmaz bu arada darbeciler. Halkın direnme mekânlarıdır sokaklar. Yani fabrikalar, Semtler, Okullar, Köyler… Halkın direncini kırmak için sivil faşistleri destekler ve örgütler. Halkı etnik temelde, mezhep temelinde bölmeye girişir. Katliamlara varan saldırılar bu dönem boyunca devam eder. Bu katliamların baş aktörleri Amerikan çıkarların savunan sivil faşistlerdir.
            Öğretmen hareketi de bu kıyımlardan nasibini alır. TÖS yargılanır ve kapatılır. Yöneticiler cezalara çarptırılır. Birçok öğretmen meslekten atılır. Hedef devrimci öğretmen mücadelesini yok etmektir. Ama öğretmenler tedbirlidir. Hemen yerine TÖB-DER’i kurarlar. Eğitim alanındaki mücadelenin yeni adı “TÖB-DER” dir artık.
          İlginçtir ki yeni kurulan TÖB-DER’ in üye sayısı TÖS ten daha fazladır. Türkiye çapında eylemler yapılır. 1978 de Devrimci Eğitim Kurultayı toplanır. Ancak Devrimci Eğitim Şûrası kadar etkili olmaz. Bunun iki temel nedeni, yaşanan kargaşa ortamı ve sol örgütlenmeler arasındaki ayrılıklardır. Çünkü ayrılıklar yer yer çatışmalara, düşmanlıklara kadar varmıştır. Bu nedenle de savunulan halkçı eğitim politikaları yeterince etkili olmaz. Öyle olunca da eğitim felsefesini, devletin militarist politikaları belirler bu dönemde.
            12 Mart diktatörlüğünün beceremediği şeyse, yükselen işçi köylü hareketlerini bastıramamasıdır. Diktatörler bu nedenle açmazdadır. Yeni ve acımasız bir girişimde bulunurlar. 12 Eylül 1980 de yeniden darbe yaparlar.
         
               Muhafazakâr - Liberal Süreç 
             Öyle bir darbedir ki 12 Eylül. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çok daha planlı, çok daha organize. Çünkü Türkiye emperyalist hakimiyet için çıban başıdır. Solcusuyla ve halkıyla.
            Türkiye halkında yurtseverlik bilinci güçlüdür. Sağ partilere oy vermesine karşın.
            Türkiye sosyalistlerinin önemli bir kısmı da yurtsever ve sosyalisttir. Özellikle solun yurtsever kimliği halkın sempatisini toplamaktadır. Ayrıca neredeyse her ailede faşist saldırılardan, darbelerden zarar görmüş bir devrimci vardır. Bu nedenle de sola karşı ön yargılar giderek azalmaktadır.
           O nedenle iki sorunu çözmek gerekiyordu Türkiye’ yi hizaya getirmek için. Birincisi  halktaki bağımsızlıkçı, Kemalist duyguyu köreltmek. İkincisi Türkiye Devrimcisi’ nin yurtseverlikle bağını kesmek. Birincisinin yerine yani halktaki yurtseverlik bilincinin yerine islâmı koydular. İkincisinin yerine yani solun yurtsever kimliğinin yerine liberalizmi. Denilebilir ki;  “İslamcılık ile liberalizm uzlaşabilir mi?” Senaryoyu hazırlayan tekse ve güçlüyse evet. Eğer yeterince iyi senaryo hazırlamışsan ve çok paran varsa taşları bağlar, parasını verdiğin adamları koyverirsin olur biter. Öyle de oldu. Ve Türkiye tarihinde yaşanmadığı kadar açıktan işbirlikçilik  yaşanmaya başlandı.    
          Önce 12 Eylül 1980 darbesiyle halka ve devrimcilere saldırdılar. İdeolojik söylemleri “Atatürkçülük” “!” tü. Milliyetçi, militarist söylemler sardı ortalığı. Tarih kitapları Milli Tarih, coğrafya kitapları Milli Coğrafya oldu.  Eğitim kurumlarına militarist söylemler ve milliyetçi  kadrolar hakim oldu. Ama bu bildiğimiz “arı” milliyetçilik değildi. İslamcılıkla harmanlanmış milliyetçilik. Hani “Türk-İslam” dedikleri türden. Eski milliyetçiliğin anlamı kalmamıştı artık. Kullanım tarihi dolan MHP de ciddi bir darbe aldı bu saldırılardan. Öyle ki liderleri Türkeş bile şaşırdı. “Fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyerek.
         Daha sonra iktidarı “sivil” lere bıraktılar. Artık darbeci ordunun da görevi bitmişti. Ordunun da militarist yönü yeterince kullanılmıştı. Ordudaki “ulusalcılık” yani yurtseverlikle, “militaristlik” arasındaki ince çizgi tehlikeliydi. Her an ulusalcı yan öne çıkabilirdi. Hatta çıkıyordu da. Ordu içinde direnmeler bile başlamıştı. Irak’ın işgalinde, Amerika’yla ilişkilerde. Bir de ordunun lâiklik konusundaki tutumu “ılımlı İslam” için sorundu. O nedenle ordu hizaya getirilmeli, ayıklanmalı bunun için de gözden düşürülmeliydi.
            İşte o koşullarda  islâmı daha da parlattılar. 12 Eylül’ den beri besledikleri islâmı... Yedeğinde de liberalleri yani “ Amerikancı - özgürlükçü solu.” Onların arka planına da “ demokratlaşan” bazı eski “solcu” ları yerleştirdiler. Siyasi plandaki bu fotoğrafın ekonomik alandaki görüntüsünü de ihmal etmediler. Özelleştirmeler ekonomiye hakim oldu. Bir de hızla yükselen İslamcı sermaye.
           Serüven devam ediyor. Doğrudan ve pervasızca. Hedef kârlılık düzenini devam ettirmek ve devleti tümüyle ele geçirmek.
         Ekonomideki İslamlaşma – liberalleşme akımı eğitim alanında da özel okullar, özel üniversiteler dönemini başlattı. Eğitim piyasalaştı. Öğretim birliği ortadan kalktı. Okullarda militarist söylemlerin yerini dinci söylemler almaya başladı. Ana okullarından üniversitelere dek tüm eğitim kurumları birer yatırım alanı oldu. Bir de islamcı militan kaynağı. O nedenle bugün “eğitim felsefesi” İmam Hatip’lilerin ve türbanın “özgürlüğüne” bir de ana dilde eğitime sıkışmış durumda. Ve adım adım da bilim dışı söylemler, dini yapılanmalar eğitime hakim olmaktadır.  
                
                NEREYE DOĞRU
           Yukarıda kabaca ortaya koyduğumuz süreçler esas olarak siyasi süreçleri ve dolaylı olarak da   siyasi değişimlerin sosyal hayata yansımaları göstermektedir. Siyasi süreçlerin eğitim alanına yansıması ise biraz daha farklı olmuştur. Tutucu, gerici, işbirlikçi yapılar tüm çabalarına karşın ilk iki süreçte (uluslaşma ve darbeler) eğitimi tümüyle denetim altına alamamışlardır. Çünkü aydınlanmacı, devrimci direnç odaklarını  tümüyle yok edememişlerdir. Zaman zaman militarist, zaman zaman tarikatçı, zaman zaman piyasacı politikalar öne çıksa da eğitim politikaları istedikleri rotaya tam olarak oturmamıştır. Ve şunu öğrenmiş olmalılar ki çok yönlü saldırmadan ve bilinçleri iğdiş etmeden istedikleri eğitim uygulanamaz. 12 Eylül Darbesiyle birlikte eğitim felsefesini kökten değiştirmeye yöneldiler. “Düzeltme” stratejisi yerini “yıkıp yeniden yapma” stratejisine bıraktı.
           12 Eylül’le başlayan “laiklik dinsizlik değildir” söylemleri ve 12 Eylül ordusunun uçaklarla dağıttığı  dini “birleştirici unsur”  olarak gören  “ Türk – İslam” temelli bildiriler,  kökten strateji değişikliğinin başlangıcıdır.  Bir de “Atatürkçülüğü” faşist uygulamaların perdesi olarak kullanmak. Strateji değişikliğinin ilk adımının ardından da “sivil iktidar” söylemleri gelir.
Ne kadar da “anti militarist” ne kadar da “demokratiktir” bu söylem! O gün bugündür, “demokratiklaşme”, “özgürlükçülük” söylemleri dillerden düşmez. Türban özgürlüğü vardır bu söylemlerde, tarikat özgürlüğü vardır, etnik özgürlükler vardır, mezhep özgürlükleri vardır. Ama çalışma özgürlüğü, emeğin özgürlüğü yoktur her nedense?    Bu söylemlerle Türkiye yeni bir başlangıca yelken açar. Bu başlangıç “devleti yeniden yapılandırmaktır.”  Böyle olunca da mevcut tüm kurum ve kurallar yeniden yapılandırılacaktır. Yeniden yapılandırma da eskiyi yıkmaktan geçer. İslamcı – liberal birlikteliğinin temelinde yatan da bu yıkıcılıktır. Tarih yeniden yazılmaktadır artık.
            Ve hedef Orta Doğu, İslam Coğrafyası ve Uzak Doğu için yepyeni “dinamik” bir devlet oluşturmaktır. Halkını iyi güden devlet. Komşularına haddini bildiren devlet. Batının çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarından daha iyi kollayan devlet. Zengini hakkını yetime yedirmeyen devlet! Tam da Kıvılcımlı’ nın deyişiyle “Ceberrut Devlet” !
            Ve bu “devlet”in istediği her şeyi yapan, cumhuriyet, bağımsızlık gibi “saplantı”lardan arınmış  “ordu”. En militaristinden en dinamiğinden bir ordu! İsrail Ordusu örneği. Ordu ile Devlet Yönetiminin iyi harmanlandığı en iyi örneklerden biridir İsrail… “İyi örnek” olmaya yeni aday ise Türkiye ve Türkiye’nin ordusudur.  Bu ülkede bunca kıyamet boşuna kopmuyor olsa gerek!
            Hal böyle olunca da son yıllarda Türkiye’de eğitim ve eğitim felsefesi “gerisi teferruat” a giriyor.Üniversitelerin geldiği noktaya, ilk ve orta öğretimdeki uygulamalara, öğretmen yetiştirmede nerde olduğumuza bakıldığında haklılığımız ortaya çıkacaktır.
            Kim söylebilir ki üniversitelerimizin bilim yapılan özerk kurumlar olduğunu. Üniversitelerin aydın insan yetiştirdiğini. Üniversiteler liseleştiriliyor, üniversite hocaları “öğretmenleştiriliyor.”  Kampüsler iş merkezlerine dönüştürülüyor.  Son yıllarda hızla artan fal kahvelerinin büyük çoğunluğu üniversite çevrelerinde konumlanmış durumda. Günün “aydın” ı falcı peşinde. Medyum’dan medet uman politikacılar, profesörler var. Özel üniversiteler aldı başını gidiyor. Fakülte üstüne fakülte ve akla hayale gelmiyen bölümler açılıyor.  Gerek devlet gerekse vakıf üniversiteleri  müşteri kovalayan işletme konumunda. Her birinin  “batı”da türlü türlü bağlantıları, “denklik” leri eksik değil.  Aralarındaki rekabet mahalle bakkallarında bile yok.
            Kim söyleyebilir ki ilköğretimde ortaöğretimde çağdaş eğitim-öğretim uygulandığını. “Kendi okulunu kendin yap” kampanyası saçmalığıyla devlet olarak yükü onun bunun himmetine terk edersen olacağı budur. Lise giriş sınavlarıyla, üniversite giriş sınavlarıyla okulları “at haraları”na, memleketi “hipodrom” a çevir sonra da eğitim modelini çağdaşlaştırdık masalıyla insanları uyut.
            Kim söyleyebilir ki Milli Eğitim’de kitap sorunun çözüldüğünü. Ortaöğretimde kitapları devlet verecek denildiğinde “vay be” dedik. Biraz da kıskançlıkla… Biz savunmuyor muyduk yıllardır eğitimin parasız olması gerektiğini. Ancak sonradan öğrenildi ki, amaç yandaşlara para kazandırmakmış. 
            En önemlisi de kim söyleyebilir ki iyi öğretmen yetiştirildiğini ve öğretmenin özlük haklarının verildiğini. Bırakın özlük haklarını, hince politikalarla öğretmenin “iş güvencesi” bile gasbedildi.  Mevcutları yetmiyormuş gibi hala yeni eğitim fakülteleri alçılıyor. Bir de fen-edebiyat fakültelerine göstermelik “pedagojik formasyon” verip öğretmen “!” yetiştiriliyor. Atama bekleyen öğretmen sayısı on binleri buldu.  Öğretmenin akîbet sarhoşluğu diplomasını alır almaz başlıyor. Önüne bol bol sarhoşluk aşamaları  sıralanıyor.
            Sarhoşluğun ilk aşaması devlete kapağı atmak için sınava girmek saçmalığı. Diyelim ki sınavda başarılı oldunuz. O durumda da “kadrolu” mu  “sözleşmeli” mi atanacağım sarhoşluğu ile yüz yüzesiniz. Kadrolu atanırsanız çok iyi!  Sözleşmeliyseniz  gelecek yıllarda akîbetinizin belli değil. KPSS denilen sınavda yeterli puanı alamadıysanız otomatik olarak ikinci sınıf öğretmensiniz. Hedefiniz ikinci aşama…
            İkinci aşama özel kurumlara kapağı atma aşaması. Üç beş para maaşla… Günde 10 – 12 saat “çalışma garantisi” ve haftada en az 60 saat çalışma süresi. Bir özel kuruma kapağı atmak da önemli bir şans. Ama ne zamana dek?
            Üçüncü aşama mevzi koruma aşaması. Eğer bir yere kapağı atmışsan, devamını getirmelisin. Râkibinin çok olduğunu bileceksin. En iyi arkadaşın en acımasız râkibin olabilir. Ondan iyi olmalısın. Ne isterlerse yapmalısın. Patronun gözüne girmelisin. Çok parada gözün olmamalı. Adın “aç gözlüye” çıkabilir. En önemli aşama  da “öğrenci memnuniyeti” aşaması.  Ne yapıp edip bu aşamaya “erme” lisin.  “Esnaf-öğretmen” olduğun an mesleğin zirvesine ulaşmış sayılırsın. Pedagoji bilimine rahmet!
          Son aşama ise bunların “hiçbiri olmazsa ne olacağı” aşaması. O aşamada da yeteneksizliğine yanacaksın. Ya seneye tekrar şansını denersin ya da vazgeçip bir yerde sekreterlik, şoförlük gibi bir iş bulursun. Daha sonraki yıllara  Allah kerim.
            Bu arada devlet kadrosunda olup da özlük hakları için yürümeye kalkan öğretmenin sırtında patlayan “demokrat” devletin copundan söz etmeyi de geçmeyelim. Devletin kadrolu öğretmenine haksızlık olmasın.
            Çok mu negatif söylediklerim?  Ama gerçek bu. Söylediklerim olumsuzlukları öne çıkarıyor biliyorum. Yazının girişinde 40 yıl önce öğretmenin nasıl yetiştirildiğini örnekledim. Devamında da  bu yetiştirilen öğretmenin eğitime nasıl sahip çıktığını. Neleri göze alarak…
           Bugün yaşanan olumsuzlukların, direnci içinde taşıdığını da biliyorum. Üniversitelerde bilimi, bilim özgürlüğünü, demokratik üniversiteyi savuna hocaların az olmadığını biliyorum.  Ülkemiz koşullarına uygun eğitim modellerine, eğitim yöntem ve tekniklerine kafa yoran, uygulanması için savaşım veren eğitbilimcilerimizin olduğunu da biliyorum.  Bilimsel yöntemlerden uzaklaşmadan kitap, kaynak, araç-gereç üretecek yayıncılar da yeterince var ve tükenmeyecek. Hangi yetersiz yöntemlerle yetiştirilirse yetiştirilsin hangi olumsuz koşullarla karşılaşırsa  karşılaşsın işinin gereğini fazlasıyla yerine getirecek öğretmenlerimiz de var ve  hep olacak.  Yaşayarak öğrenecekler, geçmişten öğrenecekler, öğrencilerinden öğrenecekler. Eğitim öğretimin ne olduğunu, öğretmen olmanın ne demek olduğunu…
                                                                                                                            Adabelen Dergisi
                 
                 



                                                                   

Hiç yorum yok: