NEREDEN GELDİK
İlk Ders
Etrafı yaşdaşlarıyla
çevriliydi. İlkokulu yeni bitirmiş kızlı erkekli çocuklar. Her birinin yanında
bir büyüğü. Annesi ya da babası. Küçükler birbirini süzüyor. Büyükler ise
çocukları… Kulaklar önünde durdukları tek katlı, sarı boyalı binadan gelecek
seste. İsimlerinin okunmasını bekliyorlar. Sırası geldi sonunda. İsmi okundu.
Kendisiyle birlikte birkaç isim daha…
Yürüdü küçücük yüreği çarparak kapıya doğru.
Üç dört basamak çıktı, açık kapıdan içeri girdi. “Gel bakalım dedi” düzgün
giyimli, kravatlı biri. Buyurgan ama güven verici. “Adın ne senin” diye sordu. Adını
söyledi. Anladı ki buyurgan tavırlı adam öğretmendi. Öğretmen aldığı yanıtın
devamını getirdi. “Kapaklı Köyü ilkokulunu bitirmişsin. Babanın adı Ali… doğru
mu?” “Evet” diye yanıtladı. Öğretmen,
masanın üzerinde sıralanmış kitaplardan birini aldı, bir sayfa açtı,
uzattı. “Karşı sıraya otur. Bu sayfayı güzelce oku.” Sol taraftaki büyük masayı
göstererek; “ Az sonra öğretmenlerin seni çağıracaklar.”
Kitabı aldı. Öğretmenin işaret
ettiği yöne baktı. Büyükçe masanın etrafında üç öğretmen, karşılarında bir
öğrenci. Duyamadığı bir şeyler konuşuyorlar.
Boş sıralardan birine doğru
yürürken etrafına bakındı. Birkaç çocuk daha vardı sıralara oturmuş. Her biri
kafasını kaldırmadan verilen metni okuyor. Boş bir sıraya oturdu. Okuması istenen
metne baktı. Nasrettin Hoca’ nın bir fıkrası. Çok da iyi bildiği ve sevdiği.
Okumaya gerek duymadı. Heyecanı azalmıştı. Güven verici bir havası vardı içinde
bulunduğu kocaman odanın. Sıralar temiz, duvarlar pencereler boyalı. Camlar
pırıl pırıl.
Büyük masanın başındaki öğretmenleri
ve karşılarında oturan öğrenciyi gözledi. Belli ki öğretmenler soruyor,
ellerini bacaklarının arasında kavuşturmuş öğrenci yanıt veriyor. Öğretmenler
arada bir de sırasını bekleyen öğrencileri gözlüyor. Birisiyle göz göze geldi.
Kendisine bakıyordu. Gözlerini kaçırdı tedirgin… Bir gözü yan duvardaydı şimdi.
Öbürü nerede bilemedi. Çaktırmadan yeniden baktı. Şimdi karşısındaki çocukla
konuşuyordu o öğretmen. Gülümseyerek. Tedirginliği yok oldu. Şimdi de büyük masanın
yan tarafındaki tahtadaydı öğrenci. Uzaktan görebildiği kadarıyla matematik
işlemleri yaptırıyorlardı tahtada. Çarpma ya da toplama.
Şimdi anladım dedi kendi
kendine: “Mülâkat buymuş demek!” Sormuştu daha önce ve anlatmışlardı. Ama tam canlanmamıştı
kafasında mülâkat. Üç öğretmen bir öğrenciyi karşılarına alıyor, ona sorular
soruyormuş. Sınıfta tahtaya kalkmak gibi bir şey diye düşündü. İyice rahatladı.
Biraz sonra adını okuyarak çağırdılar. Sırası gelmişti. Kalktı büyük masaya
doğru yürüdü. Öğretmenlerin gözü üzerindeydi. Sanki nasıl yürüdüğünü gözlüyorlardı.
Bu gözlemenin bedensel bir engeli olup olmadığını anlamaya yönelik olduğunu çok
sonraları öğrenecekti. Öğretmen okuluna seçilecek öğrenciler için dikkat
ediliyordu.
Masanın karşısındaydı şimdi. Otur
bakalım dedi öğretmenlerden biri. Oturdu. Göz göze geldiği öğretmen, “ sen
verdiğimiz metni neden okumadın” diye sordu. Şaşırdı bir an. Azıcık da ürktü.
Alçak sesle; “ben biliyorum o fıkrayı” dedi. “Başka fıkrasını da bilir misin
Nasrettin Hoca’ nın” diye sordu diğer öğretmen. “Hepsini biliyorum” diye
yanıtladı biraz çekinerek. “ Çok kitap okur musun” sorusu geldi ardından.
“Okurum” dedi. “Hem kitaplık kolu başkanıydım hem de sınıf başkanıydım.”
Ardından bunu niye söylediğini düşündü. Anlamsız bulmuştu. O ana dek konuşmayan
üçüncü öğretmen sordu bu kez. “Matematiği seviyor musun?” “Seviyorum.” “ Sana
çarpım tablosundan soralım. Kaçları sormamı istersin?” “Hangisi olursa olsun.”
“Peki vazgeçtim. Sana akıldan bir problem sorayım” dedi ve sayılarını vermeden
bir problem anlatıp, “nasıl çözersin” diye sordu. Biraz düşündü. Şaşırdı.
Çözülemezdi çünkü eksikti. “Neden durdun” diye sordu öğretmen. Çaresiz
söyleyecekti. Ürkek ve alçak sesle; “çözülemez ki” diyerek nedenini açıkladı.
Gülümsedi soran öğretmen ve üç öğretmen birbirine baktı. “Sen gidebilirsin”
dediler. Oysa metinden soru soracaklarını bekliyordu daha tahtaya
kaldıracaklarını da…
Kalktı kapıya doğru yürüdü.
Kapıdan girerken çok istekli değildi öğretmen olmaya ve bu sınavı başarmaya.
Çıkarken ise üzülüyordu şimdi. Bu odada geçirdiği 5 -10 dakika öğretmen olma isteği yaratmıştı onda. Üzgün ve biraz da kızgın; “mülakat dedikleri de sohbetmiş meğer”
diye düşündü. Üç beş basamaklı merdiveni inerken.
İkinci Ders
İkinci Ders
Sınavı kazanmış okula girmişti.
Öğretmen olmaya adım atığının ilk yılı. 11 – 12 yaşlarında. Okul ona göre bir
“çeşit” ti her şey burada. Hem de en ilgincinden.
Spor sahaları ilginçti.
Her türüyle. Futbol, basket, voleybol, jimnastik sahaları, kum havuzları.
Neredeyse her an ya beden eğitimi dersi vardı, ya da kıyasıya maç yapan
öğrenciler.
İşlikler ilginçti.
Marangozhane, demirhanesiyle, malzeme depolarıyla. Buralarda iş bilgisi
dersleri yapılıyordu.
Laboratuarlar
ilginçti. Malzemelerin bir kısmı döner sermayece (okulun öğrencilerinin
ürettiği tarım ürünleriyle finanse edilen) alınmış, bir kısmı okulun marangozhanesinde,
demirhanesinde yapılmış. Koskoca laboratuarların anahtarları 15 yaşındaki
görevli öğrencinin cebinde…
Tiyatro salonu bir başka ilginçti. Her ay
mutlaka öğrencilerin bir temsiline sahne olan. Hem de sıradan değil. Perdesi,
kulisi, paravanları, ışıklarıyla. Her birini öğrencilerin yaptığı. Ve en zor
oyunların sahnelendiği.
Kantin bir başka ilginçti. Satranç, dama,
bilardo masaları hatta masa futboluyla. Yine bir çoğu okulun işliklerinde
üretilmiş.
Resim, müzik atölyeleri
de ilginçti. Resim altlıkları, boya malzemeleri, piyano, trambon, trampet…
darbuka ve bando takımı araçlarıyla. Sorumlusu olan öğrencilerin gözü gibi
kolladığı.
Kütüphane dönemine göre
bir deryaydı. Binlerce kitap ve dolup taşan öğrencileriyle. Ve de her kitabın
yerini ezbere bilen Secaaddin Gada ( Seceaddin Abi ) sıyla.
Dersler o kadar ilginç değildi. Her okulda
olan türden. Ama derslerin işlenişi ilginçti. Öğretmenler de. Örneğin Türkçe
dersi…
Öğretmen Zülfikar
Ortaç. En yaşlı öğretmen. Çocuğu yok. Belki de o nedenle çok sevecen. Babacan
denilen türden. Gömleği her zaman beyaz. Giysileri tiril tiril. Gravatı özenle
bağlanmış. Mendil cebindeki gravatıyla uyumlu mendili hiç eksik değil. Daha ilk
günlerde başlamışlardı Yaşar Kemal’ in İnce Memet’ ini sınıfça sesli okumaya. Bir öğrenci kalkıyor
biraz okuyor. Az sonra bir diğer öğrenci kalkıp okumaya devam ediyor. Arada bir
Zülfikar Ortaç araya giriyor. “Bak efem bak, bak. Ne de çapkınmış Memed!”
türünden. Ya da “ söyle bakalım efem, niye bu kadar kızıyor ağa Memed’ e” sorusuyla. Ve: “Türkçe dersi demek kitap okumakmış meğer”
diye düşünmeye başladı bir süre sonra.
Okul Kütüphanesini de mekân tutarken…
Üçüncü Ders
Aynı yıllardaydı. Matematik öğretmeni Nevin
Nurdoğan. Boyu posu yerinde gösterişli bir kadın. Her derse mavi beyaz pütü
kare önlüğüyle girer. Otoriter, kararlı ve adaletli. İlk yazılısından 10
almıştı on üzerinden. Sınıfın en yüksek notuydu ve bu notu alan tek öğrenciydi.
Övdü onu öğretmeni şımartmadan. İkinci yazılıda ise 1 aldı. Yine on üzerinden.
İlk sınavdaki notuna güvenip çalışmamıştı. Şaşırmıştı Nevin Nurdoğan. Kaşları
çatık, “gel bakalım, bu neyin nesi?” diyerek sözlü sınav için tahtaya kaldırdı.
Zayıf alacağını bildiği için çalışmıştı o arada. Doğru yanıtlar verdi. Öğretmen
kulağını çekti. “Demek ki çalışmamışsın. Haylazlık yapmışsın. Şimdi sana sözlü
notu olarak 10 veriyorum. Ama bir daha böyle yapma!” demişti.
Mahcup yerine otururken “sürekli başarı için şımarmamak gerekmiş
meğer” diye düşündü. Annesine duyduğu özlem, öğretmeninin kulağını çeken
parmakları arasında eriyip gitmişti…
Dördüncü Ders
Daha sonraki
yıllardaydı. Tarım İş dersi. Tarım dersleri okulun tarım bahçelerinde ve
genellikle uygulamalı yapılırdı. O günün programına ve gereksinimine göre, ya
ağaçları sulamaya giderler ya bal peteklerinden bal süzmeye, ya meyve toplamaya
ya da toprak çapalamaya. O gün de sınıfta toplandılar. Yoklama alındı ve
öğretmenleriyle birlikte bahçelere doğru yola çıktılar. Öğretmen her zamanki
yoldan farklı yürüttü onları sınıfça. Resim atölyesinin bitimindeki boşlukta
durdular öğretmenlerinin isteği üzerine. 40 – 50 metrelik boş bir alan ve
ortasında bir ağaç. Oldukça büyük ve gür. “Bakın çocuklar” diye başladı
öğretmen. “Bu ağacı sizden çok önceleri,
bir kız öğrenci yani bir ablanız dikmiş. Bu çok özel bir ağaçtır.”
Anlayamadılar ağacın neden özel olduğunu gözleriyle ağacı yeniden inceleyerek.
Az ötedeki ağaçları, daha ötekileri de öğrencilerin diktiğini biliyorlardı.
Sordu sabırsız biri açıklamayı beklemeden. “Neden özel Hocam?” Duygulu bir
sesle anlattı öğretmen: “Çünkü bunu
diken çocuk diktikten bir süre sonra veremden ölmüş. Onun üzerine arkadaşları
bu ağacı nöbetle sulamış, dibini çapalamış. Bu yıllarca sürmüş. Bakın bu ağaç
bu çevredeki en gür ağaçtır. Onda arkadaşlığın, kardeşliğin vefa borcu, emeği
var…” Ve bu açıklamadan sonra “haydin elma bahçesine” dedi yürüdü. Çoğu
burnunu çekerek, bazıları da gömleğinin yeniyle gözünü silerek onu izledi.
O günün görevi elma
toplamaktı. Bir yandan elma topluyor bir yandan da şakalaşıyor hatta
şımarıyorlardı. Şımarmalarına göz yumulurdu küçük sınıfların. Zarar vermeye
başlamalarına dek. Şımarma özgürlüğünü kullanarak dallara asılmaya sallanmaya
başlamışlardı bile. Öğretmen kararlı bir sesle uyardı: “Çocuklar, ağaçların
canını yakmayın!” Sallandığı ağacın dalını bırakırken, “ağaçların da canı varmış meğer” diye düşündü.
Beşinci Ders
Altı yıllık sürenin
üçüncü yılındaydı. Yani şu andaki öğretim süresinin birinci kademesinin son
yılı. Fen Lisesi sınavlarına girdiler. Ve tek Ankara’ da vardı Fen Lisesi. Daha
sonra İstanbul ve Ankara’da da açıldı. Bilim adamı olma ışığı olan öğrencileri
seçiyorlardı Fen Lisesi’ne. Alınan öğrenci sayısı da 20-30 kadardı. O yıl o da
girdi sınavlara. Sonuç iyiydi onun ve okulu için. Bölgede ilk sınavı kazanan 6-7
öğrenci vardı. Bunların dördü Öğretmen Okulu’ndan ve biri de oydu. Kutlama
üzerine kutlamayla karşılaştılar. Arkadaşları, okul çalışanları, öğretmenler,
yöneticiler. Övgüler hoşlarına gitti. Hatta şımardılar bile. Kolay mı? Birden
bire okulun gözdeleri olmuşlardı. Ortalıkta fiyakalı fiyakalı dolaşmaya
başladılar. “Fen Lisesi” ni kazananlar olarak.
Birisinin aklına bir
uyanıklık geldi. İkinci sınava 10 gün kadar vardı. “Kütüphanede ikinci sınava
hazırlanacağız” demenin tam da sırasıydı. Kaytarmanın bundan iyi bahanesi
olamazdı. Hemen bir plân yaptılar; Okul Müdürüne gidilecek, durum anlatılacak,
çalışmak için izin istenecek. Sonra… 10 gün yan gelip yatılacak. Okul Müdürünün
nerede olduğunu soruşturdular. Müdür Nizamiyedeydi. Bir sınıfla uygulamalı
Tarım Dersi yapıyordu. Branşı Tarım İşti. Bilinirdi Müdürün çalışkanlığı,
yaratıcılığı, inatçılığı ve öğrencilere, eğitime, okula düşkünlüğü. Ve de
kararlılığı, adaleti ve ödünsüzlüğü.
Okula müdür olarak
atanalı daha bir yıl olmamıştı. Kısa sürede okulun çorak arazilerinin önemli
bir bölümünü ağaçlandırmış, yeşertmişti. Öğrenciler istekle çalışırdı
derslerinde. En başta da müdürleri. Daha birçok yenilik getirmişti okula kısa
sürede. Sosyal ve kültürel alanda. O geleli yemekhanedeki yemekler bile
artmıştı, güzelleşmişti. Ama her dönemde olduğu gibi uzun sürmemişti müdürlüğü.
Bir gün aniden görevden alınmış, sürülmüştü. Çok üzülmüştü öğrenciler bu “sert
adamın” gidişine. Ha… Duymuşlardı bir yerlerden bir de “Sosyalistmiş müdür”
diye. Sosyalizmin iyi bir şey olduğunu öğrenmişlerdi böylece.
Beş kafadar Nizamiye’nin yolunu tuttu.
Sözcü olarak da onu seçmişlerdi. “Sen edebiyatçısın, iyi konuşursun” diyerek.
Ağaçlıklı yolun bitiminde Nizamiye’yi gördüler. İşte oradaydı Müdür. Etrafında
öğrenciler. Duvar örüyorlardı. En çok çalışan da Müdür. Başında hasır bir
şapka, sırtında kısa kollu bir gömlek, elinde mala. Harcı o koyuyor, öğrenciler
taşları üst üste, yan yana sıralıyor.
Gelen gruba göz ucuyla
bakmış, tanımıştı “Fen Lisesi Sınavını” kazananları. Yani okulun “medar-ı
iftarı” öğrencilerini! Bizimki biraz tafralı biraz ürkek; “kolay gelsin Hocam” dedi.
Az biraz sessizlikten ve malanın üzerindeki harcı taşların üzerine yaydıktan
sonra kafasını kaldırmadan, “sağ olun” dedi. Devam etti bizimki; “biz Fen
Lisesi birinci basamak sınavını kazanan öğrencileriz.” Yine bir sessizlik ve
kovanın içinden harç alırken, “eee” dedi müdür. Bu “eee”, “ ben sizin derdinizi
biliyorum” der gibiydi. Süngü düşmeye başlamıştı kafadarlarda. Ama ok da yaydan
çıkmıştı bir kez. El mahkûm devam edilecekti. Etti de daha kısık bir sesle;
“ikinci sınava 10 gün var.” Müdürden bir “eee” daha çıktı. “ Biz ikinci sınava
hazırlanmak istiyoruz.” Yine lanet bir sessizlik ve “aferin, çalışın, çalışkan
olmak iyidir!” Mala tam gaz gidip geliyor. Sözcünün süngüsü iyice düştü. İşin
rengi belli olmuştu. Düzenbazlıkları ortaya dökülmek üzereydi. Arkadaşları
eleştirmeyecek olsa “hoşça kalın” der geri dönerdi. Çaresiz son tümceyi
söyledi. “Bize bu 10 gün izin verseniz de derslere girmeyip ders çalışsak.” Bu
heybedeki son ve en büyük salatalıktı. Daha uzun bir sessizlik ve ardından
sertçe; “ Haydin teresler sınıflarınıza.
Cambazdan bilim adamı da olmaz, öğretmen de. Çabuk kaybolun…” Kös, kös
dönmüşlerdi gerisin geriye. Ama incinmemişlerdi. Okula doğru yürürken, “cambazlık adamlık değilmiş meğer” diye
düşündü. Aklı, Müdürün alnından malanın üzerine damlayan ter tanesindeydi halâ…
Altıncı Ders
Dördüncü sınıftaydı.
Haytalık dönemi artmıştı biraz. Her yaşdaşı gibi. Zaman zaman uyarılır, zaman
zaman da göz yumulurdu yaramazlıklarına. Sabırlıydı öğretmenleri. Yanlışları
düzeltmenin yolunun doğruların erdemini öne çıkartmaktan geçtiğini biliyordu
yetiştirenler.
Kütüphaneleri oldukça
zengindi. O yılların neredeyse tüm kitapları bulunabiliyordu. Bir çok öğrenci
arkadaşı gibi o yılların az sayıdaki süreli yayınlarından Varlık ve Türk Dili
dergilerine aboneydi. Küçük harçlıklarının bir kısmını ayırarak abone
oluyorlardı bu dergilere. Harçlıklarının bir kısmını da kitap almaya
ayırıyordu.
Kitaplık kolu okula
satılmak üzere kitap getirttiriyordu. Satışı çok ilginçti. Kantinin bir bölümü
kapatılmış, kitapların satıldığı yer haline getirilmişti. Satışın ilginçliği
ise satıcının olmamasıydı. Satıştan sorumlu öğrenci sabah gelip kitapların
satıldığı bölümü açar ve giderdi. Satıcı yok. Kapı her zaman açık. Öğrenci
gider, alacağı kitapları seçer, üzerlerinde yazılı bedeli açıkta duran para
kutusuna koyar, varsa paranın üzerini alır. Akşam etüt saatinde satış görevlisi
gelir. Sayım yapar ve kitap paralarını alır gider. Çok mu garip? Evet ama
öyleydi. Daha da garibi bozuk para olmadığı için, toplanan bedelin satılan
kitapların karşılığından genellikle çok olmasıydı. Ertesi gün bozuk para varsa
gidilir paranın üstü alınırdı. Kısaca başlı başına önemli bir ders. Onlarca
benzeri gibi… Ama bu bölümün asıl dersi bu değil. Yine kitapla, kitap okumayla
ilgili.
Türkçe – Edebiyat
derslerinin en temel etkinliği kitap okumaydı. Her öğrenci, her aya karşılık
bir kitap olmak üzere yılda (en az) sekiz kitap okur. Sadece okumaz,
okuduklarını incelerdi. Yazarın kısa yaşamı ve diğer eserleri açıklanırdı
inceleme metninde. Kitabın özeti vardı, türü vardı, anlatım tekniğinin
incelenmesi vb. vardı. Tüm bunlar bir deftere yazılır dönem bitiminde
incelenmek üzere öğretmene verilirdi. Ve o defter kalın bir kitap büyüklüğünde
olurdu. Zor gelirdi elbette bazı öğrencilere… Ama ödev ödevdi. Çaresiz
yapılırdı.
Kitap okuma konusunda bir
sıkıntısı yoktu. Seviyordu okumayı. Kitap seçme sorun değildi onun için. O yıl
da incelenmesi kolay olmayan; Sefiller, Cyrano De Bercarak, Açlık, Mahalle
Kavgası gibi yerli yabancı kitapları incelemişti. Hatta bazı arkadaşlarına da
inceleme ödevi için yardımcı olmuştu. Yardımlaşma çok doğaldı aralarında. Yeter
ki yardımlaşmanın dozu kaçmasın…
Son sınıflardan bir abla
kendisinden yardım istemişti. Bir ablaya, bir abiye yardım çok onur duyulacak
bir şeydi. “Elbette” demişti “yardım ederim.” İsteği üzerine ablaya bir yıl
önceki inceleme defterini vermiş ve abla da ondan yararlanarak yeni bir
inceleme ödevi hazırlamıştı. Az şey miydi “abla” ya yardım!
Abla iyice bir not almıştı
sonuçta. Çok da iyi değildi ama ona yetiyordu aldığı not. Önemli olan da buydu.
Gazoz bile ısmarlamıştı ona ablası.
Bir hafta sonraydı. Akşam
yemeğinden çıkmışlar, etüt zilini bekliyor ve şakalaşıyorlardı arkadaşlarıyla
okul meydanında. Az ileride o gün nöbetçi öğretmen olan Nurettin Ergen
oturuyordu. Türkçe öğretmenleriydi Nurettin Ergen. İşinde çok titiz, çok kibar,
insanlara çok saygılı ve de kültürlüydü. Şiirler, denemeler yazar öğrencileri
de teşvik ederdi okumaya yazmaya.
Adını söyleyerek çağırdı
onu. “ Gelir misin, biraz konuşalım.” Yanına gitti. Banka ilişti o da. Hal
hatır sorduktan sonra: “ İncelemelerini beğendim. Güzel kitaplar okumuşsun.
Özenle de incelemişsin. Teşekkür ederim.” Bu övgü mutlu etti onu. İnceleme
ödevi, okuduğu kitaplar ve edebiyat üzerine konuştular. Daha da onurlandı.
Nurettin Ergen’le edebiyat üzerine konuşmak az şey değildi.
Ve biraz sonra öğretmeni
sözü bir başka yere getirdi. “Senin geçen yıl yaptığın incelemeler de çok
başarılıydı.” Sıraladı tek tek incelediği kitapları. “Eyvah” dedi içinden. O
kadar inceleme içinde anımsayacağını düşünmemişti açıkça. Kibarca da olsa, “bir
zılgıt yiyeceğim şimdi” derken öğretmeni devam etti. “Biz bu ödevleri çok yararlı olacağını bildiğimiz için veriyoruz.
Kesinlikle angarya değil. Sizler öğretmen olacaksınız. Okumalısınız. Kültürlü
olmalısınız. Ülkenin ve halkın dürüst aydınlara gereksinimi var. Okuyan insan
demokrat ve çağdaş olur. Kendisine de güvenir. O zaman öğrencileriniz de, halk da size güven duyar. Ancak o zaman, öğrencilerinize
okumayı salık vermeniz anlamlı olur. Sen bu sorumluluğu yerine getiriyorsun.
Emek harcıyorsun. Emek saygı duyulacak en önemli şeydir. Emeğine saygı
duyuyorum ve seni tekrar kutluyorum.” Nurettin Ergen bunları söylerken o,
söylemediklerini düşünüyordu. İçtenlikle bir şeyler söylemeliydi. Ama ne? Derken,
“Haydi. Zil çaldı. Seni daha fazla tutmayayım” la kurtardı onu zor durumdan Nurettin Ergen. Usulca
kalktı ve yine usulca “ iyi akşamlar hocam” dedi. Etüt sınıfına doğru yürürken, “ iyilik sanılan her şey, iyilik değilmiş
meğer” diye düşündü. Nurettin Ergen’in övgülerinden teselli bularak…
Dersler, dersler,
dersler… 8. Ders, 9. Ders ve devamı. Altı yıl boyunca devam eden dersler.
Program içinde görülen; psikoloji, sosyoloji, yöneticilik dersleri dışında. Yani
“eğitim psikolojisi”, “çocuk psikolojisi”, “yetişkinler psikolojisi”, “eğitim
sosyolojisi”, “teşkilat ve idare”, “çocuk edebiyatı”… dersleri ve uygulamaları
dışında. Yukarıda örneklediklerimiz dışında, benliğine kazınan, her fırsatta
uygulanan diğer dersler… Asıl derslerdi onlar. Adam olma dersleri.
Sabah, uyanışla başlardı dersler.
Okulun müzik odasından yapılan müzikle açarsınız gözlerinizi güne. Açılan
pencerelerden ciğerlerinize temiz hava doldurarak. On dakika içinde
yataklarınızı düzeltir sabah koşusu için yatakhanenin önünde yerinizi
alırsınız. Koşunun devamı spor sahasında sabah sporudur. Tüm okul yüzlerce
öğrenci oradadır. Yataktan kalkma mızmızlığı, yerini neşeye, şamataya bırakır. Yarım saat sürer bu
karnaval. Acıkırsınız kurt gibi. Yıkanır temizlenir, yemekhaneye koşarsınız.
Bir türlü doyamadığınız… Sonra etütler, dersler. Zinde, keyifli yaşadığınızın
farkında olarak.
Hem o gününüz, hem her
gününüz etkinliklerle doludur. Spor, sanat, bilim, kültür etkinlikleri. Ders
bitiminden sonra kimi spor sahalarına koşar, futbol, basketbol, voleybol oynar.
Bir grup masa tenisinin, diğer grup bilardo masasının başındadır. Müzik
salonundadır bazıları, bazıları laboratuarlarda. Kimi folklor çalışmasında,
kimi tiyatro çalışmalarında ya da kütüphanede. Birinin elinde mandolin ve
etrafında on kişi. Neşe içinde şarkı söyler. Hiçbir şey yapmayan yol boyunca
sohbet ederek gezer ya da koşuşturur.
Her ay bir tiyatro
izlersiniz. Ya okulda bir grup düzenlemiştir. Ya da dışarıdan bir tiyatro grubu
getirttirilmiştir. Hafta sonları okulun sinema makinesinden film izlersiniz.
Okul meydanına gerilen kocaman perdede. Hem de dönemin en yeni filmleri. Bilgi
yarışmaları neredeyse haftalık olağan şeylerdir.
Gezilere gidersiniz. Bazen
okulla, bazen kaçak. Kaçak gidişlere göz yumulur risk yoksa. Her yıl 1 Mayıs’ta neredeyse bütün okul Efes
Şenliğindedir. Spor müsabakalarını izlemeye de gidersiniz. Yazları deniz
kamplarına. Kamp dediysek öyle otellerde falan değil. Para yoktur. Okul
düzenler dar olanaklarıyla. Bir ilkokulun bir sınıfı size ayrılır. Yatakhane
olarak kullanırsınız. Bir sınıf da yemekhane. Başınızda bir öğretmen. Ama asıl
kamp sorumlusu bir öğrencidir. Her zaman olduğu gibi. Öğretmen var - yok
gibidir.
En yakın yerleşim yeri 3 km
uzaklıktadır. Ama her gün, günlük gazeteler, haftalık dergiler satılmak üzere
gelir. Çoğunlukla gazeteleri tek başına alamazsın. Paran yetmez. Ya birkaç kişi
ya da sınıf olarak alırsınız. Sırayla okunur. Hatta okuma alışkanlığı
olmayanlara bile okutursunuz. Dünya’da, ülkede ne olup bittiğini öğrenir
tartışırsınız.
Kısaca eğitirler seni
olanaksızlıklar ortasında. Hem de “göstere göstere” olmayan yöntemlerle. Her
yer eğitim alanı, her an eğitim anıdır. Dünyayı sevmeyi öğrenirsin. Yurdunu
sevmeyi. İnsanı, insana dair olan her şeyi. Ağacı, uçan kuşu, börtü böceği. Ve ardından görev yüklenirsin.
Aydın olma görevi, “öğretmen” olma görevi ve sorumluluğu.
Ve tüm bunların toplamı bir
bilinçtir. Öğretmen olma bilinci. Ve bu bilinç de bir derli toplu düşünüşler toplamıdır. Bu düşünüşler toplamı
bir felsefenin ürünüdür. Yani “eğitim
felsefesi” nin.
EĞİTİM FELSEFESİ
Sözünü ettiğimiz yıllar
1960’lı yıllar. Ve okul Ortaklar İlk Öğretmen Okulu. Köy Enstitülerinin devamı sayılan okullardan
biri. Bir başka anlamda “düzeltilen!” Köy Enstitülerinden sadece biri.
“Düzeltilmemiş” halini varın siz düşünün. Yukarıda sıraladığımız örneklemeler o
günün koşullarında üzerinde saatlerce konuşulan, “vay be!” denilen türden
edimler değildir. Hatta o günlerde üzerinde en az konuşulan şeylerdir. “İnsanı ve insana dair
her şeyi sevme” etkinliğidir öğrendiklerin. Ama öyle bir öğrenme ki,
kişiliğini, bilincini oluşturur. Bilinç altına yerleşenler; Öğretmen olmanın da “olmazsa olmaz” koşuludur.
Ve eğer öğretmen bu bilinci içselleştirmişse anlamlıdır hangi eğitim modelini,
hangi eğitim tekniklerini, hangi eğitim yöntemlerini uygulayacağın. Ve bu
bilincin oluşmasına yön veren de yaşanılan koşullardır.
Ki o yıllar, yeni cumhuriyeti kurma rüzgârının
hala estiği yıllardır. Üstüne bir de 27 Mayıs’ın özgürlükçü, halkçı rüzgârı
eklenmiştir. Elbette engellemeye çalışanlar da vardır bu etkinlikleri. Ama tüm
engellere karşın, eğiten ne için
eğittiğini, eğitilen niçin eğitildiğini bilmektedir.
“Eğitim – Öğretim” etkinliği gereksinim
duyulan “insan” ı yaratma eylemidir. O nedenle “siyasi iradeden” bağımsız düşünülemez.
Buna karşın özellikle Türkiye gibi ülkelerde sosyal ortamın yarattığı
“toplumsal direnç” ten bağımsız da düşünülemez. Siyasi irade, yani yöneten
sınıfların yaratmaya çalıştığı insan, kârlılık düzenini devam ettirecek
insandır. Oysa toplumsal direncin yaratmaya çalıştığı insan, “gerçek insan”
dır. Etiyle, kemiğiyle en önemlisi de beyniyle var olan insan. Yani üretici,
yaratıcı, özgür, demokrat insan. O nedenle siyasi iradenin “tutucu” hedefleri
ile toplumsal direncin “devrimci” hedefleri çatışma içindedir. Hedefler farklı
olduğu için de, eğitime yön veren düşünüşler bütünü olan “eğitim felsefesi” nin
yönetenler ve direnenler için aynı
olmasından söz edilemez. Zaman zaman uzlaşmaların öne çıkması da bu genellemeyi
değiştirmez… Sonuçta “eğitim felsefe” si yaşanan siyasi süreçten ve bağlı
olarak da eğitim sürecinden bağımsız düşünülemez.
TÜRKİYE’ DE EĞİTİM SÜREÇLERİ
Türkiye’de eğitim
yaşanmışlığını üç ana süreçte ele almak uygundur kanımca:
Birincisi 1920 – 1945 yıllarını kapsayan
uluslaşma süreci, İkincisi 1945 – 1980 yıllarını kapsayan dış müdahaleler ve
darbeler süreci, üçüncüsü 1980’ lerden başlayan küreselleşmeci – liberal süreç.
Uluslaşma Süreci
Sürece yön veren,
bağımsızlık zaferinin devamında “Yeni Cumhuriyeti” ve “Yeni Cumhuriyetin
İnsanını” yaratma hedefidir. Ve bu saptamada eğitimin payına düşen “ Yeni
Cumhuriyetin İnsanını Yaratma” saptamasıdır. Mustafa Kemal’ in söylemiyle ülke
“Çağdaş Uygarlık Düzeyine” ne çıkmalıdır. Bu da ancak eğitilmiş bir toplumla
olanaklıdır. Eğitim politikalarına, eğitim felsefesine yön veren temel düşünüş
budur. Ve bu süreç her alanda olduğu
gibi eğitim alanında da yeniden yapılanma hatta “hiç yoktan yapılanma” yı
gerektirmektedir. Bu nedenle atılımcıdır, devrimcidir. Bağlı olarak da
özgürlükçü, demokrat ve savaşımcıdır.
Bu dönemin devrimci tutumuna
en çarpıcı örnek, 1920 yılında maaşlarını alamadıkları için derslere girmeyen,
okulları kapatan yani “grev” yapan öğretmenlere karşı savaş meclisinin aldığı
tutumdur. Meclis eğitim ve öğretime verdiği önem nedeniyle askere bile almadığı
öğretmenlerin “grev” ini haklı bulur, hiç birini “Taksim’ de sallandırmaz.”
Milletvekillerinin tümü Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur’ u eleştirir. Eleştirinin
de ötesinde Milletvekillerinden Ragıp Bey: “… Binaeleyh istihzaya çekilecek
yalnız Maarif Vekili değil, Heyeti Umumiyenizdir ( Bravo sesleri ). İstifa
etmesi lazım gelirse, yalnız Maarif Vekili değil hepimiz istifa edelim. Bu
mesele gerek Maarif Vekaletinin, gerek Büyük Millet Meclisi’nin nâsieyi pakında
bir lekedir (artan alkışlar ).”
Devrimci atılımlar
Cumhuriyetin ilânı ile hız kazanır. Halkın neredeyse tamamı okuma yazma bilmez.
Köylerde okullar yoktur. Şehirlerde de yetersizdir. Öğretmen yoktur. Birkaç
Üniversite vardır. Onlar da çok yetersizdir. Ve bu koşuların değişmesi öyle bir
iki iyileştirme ile çözülecek sorunlar değildir. Çözüm topyekün hareketi
gerekli kılar ve seferberlikler başlar… Okuma yazma seferberliği, öğretmen
yetiştirme seferberliği, üniversiteleri çağdaş yapıya dönüştürme seferberliği,
yurt dışına öğrenci gönderme seferberliği…
Kısıtlı maddi olanaklara
karşın köylere halkın da desteğiyle okullar yapılır, okullar açılır. Öğretmen
yetiştirmek için; öğretmen okulları, Köy Enstitüleri, Yüksek Köy Enstitüleri kurulur.
Halka okuma yazma öğretmek için; Millet
Mektepleri, askeri birimlerde okuma-yazma taburları “Ali okulları” kurulur.
Kültürel yapıyı geliştirmek için; halkevleri,
halk odaları, illere tiyatrolar açılır.
Ziraat Mektepleri, Sanat Mektepleri,
Üniversiteler… Bunların tümü devrim niteliğinde atılımlardır. Daha önce de
belirttiğimiz gibi para yoktur, pul yoktur ve de borç çoktur…
Bu girişimlere yön veren işte bu yok sayılan
ulusu “ yeniden yaratma” felsefesidir. Bu süreç ulus olma bilincini geliştirir.
Cumhuriyete sahip çıkacak kadroları yaratır. Feodal yapı sarsılmaya başlar ve
doğal olarak karşıtını geliştirir. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kriz
ortamını da fırsat bilen feodal işbirlikçi yapı güçlenir. 1940-1945 yıllarını
kapsayan bu süreç Cumhuriyeti savunan güçlere karşı, giderek güçlenen
işbirlikçilerin iktidarı ele geçirme savaşına sahne olan yıllarıdır.
İşbirlikçilerin en çok üzerine gittiği alan da atılımların en hızlı geliştiği
alan olan eğitimdir. İktidarda olan CHP güçlenen Demokrat Parti’ ye ödünler
vermeye başlar. Köy Enstitülerinin kapatılması, Milli Eğitimden ilerici
kadroların tasfiyesi bu sürecin sonucudur. Sürecin son beş yılı dengelerin
değiştiği yıllar olur. Bir yanda halkçı devrimci güçler vardır, diğer yanda
feodal- işbirlikçi güçler.
Son
beş yılda geri atılımlar boy verse de bu sürece genel olarak damgasını vuran,
ilerici atılımlardır. En somut örneğini de Köy Enstitülerinde bulur. Köy Enstitüleri
hızlı bir değişime neden olur. Köy Enstitüleri benzeri atılımlar Türkiye’ nin
aydın potansiyelini de değiştirir.
Cumhuriyet öncesinin burjuva-bürokrat aydınları yanında halk kökenli
aydınların ( sanatçı, politikacı, bilim adamı…) sayısı hızla artar. Eğitime yön
verenler de artık bunlardır. Mustafa Necati’ler, Hasan Ali Yücel’ ler, İsmail
Hakkı Tonguç’lar…
Darbeler Süreci
1945 İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ve
Amerika’nın tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’ye de müdahil olmasıyla başlayıp,
askeri darbelerin yaşandığı ve son askeri darbeye yani 12 Eylül 1980 e dek
süren süreç. Bu süreci üç dönem halinde
ele almak gerekir.
Birinci dönem 1946
Demokrat Parti ( DP ) nin kurulmasıyla başlar. Çok partili sisteme geçiş, demokratikleşme yönüyle çok önemli bir atılım
olmalıydı. Ama ne yazık ki bu olumlu başlangıç bugün bile içinden çıkılamayan
açmazların başlangıcı olmuştur. Çünkü politik yaşamda feodal ve emperyalist
birliktelik öne çıkmıştır. Demokratik
söylemlerle kurulan DP, iktidara geldiği 1950 yılına dek iktidardaki CHP den
ödünler koparmış, iktidarı aldıktan sonra da kendi sivil diktatörlüğünü kurmaya
girişmiştir. Ve adeta sonra gelen askeri darbelere meşruiyet kazandırmıştır. O
günden sonra da Türkiye’de “demokrasi” isteklerinin sonu gelmemiştir.
Her alanda hâkimiyet kuran
DP diktatörlüğü, eğitim alanında da tasfiyelere kıyımlara girişmiştir.
Cumhuriyet döneminin devrimci atılımları durdurulmuş, tarikatlarla işbirliği
yapılmış, okullara din dersleri konulmuş, 1952 de Halkevleri, 1954 de Köy
Enstitüleri kapatılmıştır. Baskılardan en büyük payın düştüğü alanlardan biri
de üniversiteler olmuştur. Arkasında 27 Mayıs 1960 askeri darbesi…
İkinci dönem, 27 Mayıs
1960 darbesiyle başlayıp 12 Mart 1971 darbesine dek süren dönem. 27 Mayıs her
ne kadar askeri darbe de olsa bu dönem, görece özgürlüklerin yaşandığı dönemdir.
Demokrat Parti Diktatörlüğüne son veren 27 Mayıs’ın en olumlu yanı belki de 60
Anayasası diye anılan ilerici anayasanın yapılmış olmasıdır. Bu anayasanın
özgürlükçü yapısı sayesinde demokratik örgütlenmeler boy vermiş,
sendikalar, kitle örgütleri, Sosyalist
Partiler kurulmuştur. Sosyalist İşçi Partisi 1965 seçimlerinde 15
milletvekiliyle meclise girmiştir. Bu özgürlükçü yapı sayesinde sosyalist
düşünceyle doğrudan tanışan Türk Aydını daha ileri, daha devrimci ve daha
savaşımcı bir yapıya kavuşmuştur. Bu yapının oluşmasında Amerika’ nın doğrudan
küstahlıklarının da büyük yararı olmuştur.
27 Mayıs rüzgârı eğitim
alanında da karşılığını bulmuş, yurtsever devrimci öğretmen yapısı hızla
gelişmiş, öğretmenler örgütlenmiş, öğretmen mücadelesi örgütlülüğü ve
kitleselliğiyle toplumsal mücadelenin en etken unsurlarından biri olmuştur. 60
Anayasasının kamu çalışanlarına tanıdığı hakla Öğretmenler Sendikası
kurulmuştur.
Türkiye Öğretmenler Sendikası ( TÖS ) nın kuruluş
yılı 1965 tir. TÖS kısa sürede öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunu kucaklamış, 4-8
Eylül 1968’de de görkemli Devrimci Eğitim Şûrasını toplamıştır. Okul hizmetlilerinin, öğretmen
temsilcilerinin, sanatçı, bilim adamı, aydınların katılımıyla gerçekleşen bu
toplantılar eğitim tarihi için de çok önemli bir yere sahiptir. Beş gün boyunca
süren şûra çalışmalarında; ülkenin emperyalizmle ilişkisinden, sosyoekonomik
yapının tahliline, öğretmenlerin özlük haklarından, öğrencilerin beslenme
sorununa hatta çocuğun tuvalet eğitimine varıncaya dek her şey tartışılmış,
sonuçlar bildirilerle halka duyurulmuştur.
Şûra sonunda “ Devrim İçin Eğitim” ilkesi benimsenmiştir.
Hemen ertesi yıl yani 1969 yılında TÖS’ ün
uyguladığı Öğretmen Boykotu’ na 100.000 in üzerinde öğretmen katılmış,
öğretmenler eğitimle ilgili sorunları halkla paylaşmıştır.
Sonuçta bu dönem mücadelenin
eğitim alanında da güçlü olduğu yıllardır. Eğitim politikalarını her ne kadar
iktidardaki işbirlikçi egemen güçler belirlese de, uygulama alanındaki direnç
halk güçlerinin çeşitli mevziler kazanmasına yol açmıştır. En azından egemenlerin
“istedikleri gibi at oynatmalarına” izin verilmemiştir.
Üçüncü dönem ise, 12 Mart 1971
darbesiyle 12 Eylül 1980 darbesine kadar devam eden dönemdir. 12 Mart Darbesi,
27 Mayıs Darbesinden farklı olarak, halkla bütünleşme yönünde ilerleyen
devrimci güçlere karşı yapılmıştır. Direnen sadece aydın ve gençlik hareketleri
değildir çünkü. İşçiler, köylüler, memurlar da direnmektedir. 12 Mart’ da sol
örgütler, partiler, sendikalar kapatılır. Devrimcilere karşı adeta sürek avı
başlatılır. Devlet açık bir militarist çizgidedir artık. Bir süre sonra
darbeciler yönetimi sivillere bırakmış görünseler de bu siviller askerleşmiş
işbirlikçilerdir. Devletin militarist yapısı Amerikan destekli sivillerce
sürdürülür.
Sokağı da boş bırakmaz bu
arada darbeciler. Halkın direnme mekânlarıdır sokaklar. Yani fabrikalar, Semtler,
Okullar, Köyler… Halkın direncini kırmak için sivil faşistleri destekler ve
örgütler. Halkı etnik temelde, mezhep temelinde bölmeye girişir. Katliamlara
varan saldırılar bu dönem boyunca devam eder. Bu katliamların baş aktörleri
Amerikan çıkarların savunan sivil faşistlerdir.
Öğretmen hareketi de bu kıyımlardan nasibini
alır. TÖS yargılanır ve kapatılır. Yöneticiler cezalara çarptırılır. Birçok
öğretmen meslekten atılır. Hedef devrimci öğretmen mücadelesini yok etmektir.
Ama öğretmenler tedbirlidir. Hemen yerine TÖB-DER’i kurarlar. Eğitim alanındaki
mücadelenin yeni adı “TÖB-DER” dir artık.
İlginçtir ki yeni kurulan
TÖB-DER’ in üye sayısı TÖS ten daha fazladır. Türkiye çapında eylemler yapılır.
1978 de Devrimci Eğitim Kurultayı toplanır. Ancak Devrimci Eğitim Şûrası kadar
etkili olmaz. Bunun iki temel nedeni, yaşanan kargaşa ortamı ve sol
örgütlenmeler arasındaki ayrılıklardır. Çünkü ayrılıklar yer yer çatışmalara,
düşmanlıklara kadar varmıştır. Bu nedenle de savunulan halkçı eğitim
politikaları yeterince etkili olmaz. Öyle olunca da eğitim felsefesini,
devletin militarist politikaları belirler bu dönemde.
12 Mart diktatörlüğünün
beceremediği şeyse, yükselen işçi köylü hareketlerini bastıramamasıdır.
Diktatörler bu nedenle açmazdadır. Yeni ve acımasız bir girişimde bulunurlar.
12 Eylül 1980 de yeniden darbe yaparlar.
Muhafazakâr - Liberal Süreç
Öyle bir darbedir ki 12 Eylül. Artık
hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çok daha planlı, çok daha organize. Çünkü
Türkiye emperyalist hakimiyet için çıban başıdır. Solcusuyla ve halkıyla.
Türkiye halkında
yurtseverlik bilinci güçlüdür. Sağ partilere oy vermesine karşın.
Türkiye sosyalistlerinin
önemli bir kısmı da yurtsever ve sosyalisttir. Özellikle solun yurtsever
kimliği halkın sempatisini toplamaktadır. Ayrıca neredeyse her ailede faşist
saldırılardan, darbelerden zarar görmüş bir devrimci vardır. Bu nedenle de sola
karşı ön yargılar giderek azalmaktadır.
O nedenle iki sorunu çözmek gerekiyordu
Türkiye’ yi hizaya getirmek için. Birincisi
halktaki bağımsızlıkçı, Kemalist duyguyu köreltmek. İkincisi Türkiye
Devrimcisi’ nin yurtseverlikle bağını kesmek. Birincisinin yerine yani halktaki
yurtseverlik bilincinin yerine islâmı koydular. İkincisinin yerine yani solun
yurtsever kimliğinin yerine liberalizmi. Denilebilir ki; “İslamcılık ile liberalizm uzlaşabilir mi?” Senaryoyu
hazırlayan tekse ve güçlüyse evet. Eğer yeterince iyi senaryo hazırlamışsan ve
çok paran varsa taşları bağlar, parasını verdiğin adamları koyverirsin olur
biter. Öyle de oldu. Ve Türkiye tarihinde yaşanmadığı kadar açıktan
işbirlikçilik yaşanmaya başlandı.
Önce 12 Eylül 1980
darbesiyle halka ve devrimcilere saldırdılar. İdeolojik söylemleri
“Atatürkçülük” “!” tü. Milliyetçi, militarist söylemler sardı ortalığı. Tarih
kitapları Milli Tarih, coğrafya kitapları Milli Coğrafya oldu. Eğitim kurumlarına militarist söylemler ve
milliyetçi kadrolar hakim oldu. Ama bu
bildiğimiz “arı” milliyetçilik değildi. İslamcılıkla harmanlanmış
milliyetçilik. Hani “Türk-İslam” dedikleri türden. Eski milliyetçiliğin anlamı
kalmamıştı artık. Kullanım tarihi dolan MHP de ciddi bir darbe aldı bu
saldırılardan. Öyle ki liderleri Türkeş bile şaşırdı. “Fikirlerimiz iktidarda
biz hapisteyiz” diyerek.
Daha sonra iktidarı “sivil” lere bıraktılar.
Artık darbeci ordunun da görevi bitmişti. Ordunun da militarist yönü yeterince
kullanılmıştı. Ordudaki “ulusalcılık” yani yurtseverlikle, “militaristlik” arasındaki
ince çizgi tehlikeliydi. Her an ulusalcı yan öne çıkabilirdi. Hatta çıkıyordu
da. Ordu içinde direnmeler bile başlamıştı. Irak’ın işgalinde, Amerika’yla
ilişkilerde. Bir de ordunun lâiklik konusundaki tutumu “ılımlı İslam” için
sorundu. O nedenle ordu hizaya getirilmeli, ayıklanmalı bunun için de gözden
düşürülmeliydi.
İşte o koşullarda islâmı daha da parlattılar. 12 Eylül’ den beri
besledikleri islâmı... Yedeğinde de liberalleri yani “ Amerikancı - özgürlükçü
solu.” Onların arka planına da “ demokratlaşan” bazı eski “solcu” ları
yerleştirdiler. Siyasi plandaki bu fotoğrafın ekonomik alandaki görüntüsünü de
ihmal etmediler. Özelleştirmeler ekonomiye hakim oldu. Bir de hızla yükselen
İslamcı sermaye.
Serüven devam ediyor. Doğrudan
ve pervasızca. Hedef kârlılık düzenini devam ettirmek ve devleti tümüyle ele
geçirmek.
Ekonomideki İslamlaşma –
liberalleşme akımı eğitim alanında da özel okullar, özel üniversiteler dönemini
başlattı. Eğitim piyasalaştı. Öğretim birliği ortadan kalktı. Okullarda
militarist söylemlerin yerini dinci söylemler almaya başladı. Ana okullarından
üniversitelere dek tüm eğitim kurumları birer yatırım alanı oldu. Bir de
islamcı militan kaynağı. O nedenle bugün “eğitim felsefesi” İmam Hatip’lilerin
ve türbanın “özgürlüğüne” bir de ana dilde eğitime sıkışmış durumda. Ve adım
adım da bilim dışı söylemler, dini yapılanmalar eğitime hakim olmaktadır.
NEREYE DOĞRU
Yukarıda kabaca ortaya
koyduğumuz süreçler esas olarak siyasi süreçleri ve dolaylı olarak da siyasi değişimlerin sosyal hayata
yansımaları göstermektedir. Siyasi süreçlerin eğitim alanına yansıması ise
biraz daha farklı olmuştur. Tutucu, gerici, işbirlikçi yapılar tüm çabalarına
karşın ilk iki süreçte (uluslaşma ve darbeler) eğitimi tümüyle denetim altına
alamamışlardır. Çünkü aydınlanmacı, devrimci direnç odaklarını tümüyle yok edememişlerdir. Zaman zaman
militarist, zaman zaman tarikatçı, zaman zaman piyasacı politikalar öne çıksa
da eğitim politikaları istedikleri rotaya tam olarak oturmamıştır. Ve şunu
öğrenmiş olmalılar ki çok yönlü saldırmadan ve bilinçleri iğdiş etmeden
istedikleri eğitim uygulanamaz. 12 Eylül Darbesiyle birlikte eğitim felsefesini
kökten değiştirmeye yöneldiler. “Düzeltme” stratejisi yerini “yıkıp yeniden
yapma” stratejisine bıraktı.
12 Eylül’le başlayan “laiklik dinsizlik
değildir” söylemleri ve 12 Eylül ordusunun uçaklarla dağıttığı dini “birleştirici unsur” olarak gören “ Türk – İslam” temelli bildiriler, kökten strateji değişikliğinin başlangıcıdır. Bir de “Atatürkçülüğü” faşist uygulamaların
perdesi olarak kullanmak. Strateji değişikliğinin ilk adımının ardından da
“sivil iktidar” söylemleri gelir.
Ne kadar da
“anti militarist” ne kadar da “demokratiktir” bu söylem! O gün bugündür,
“demokratiklaşme”, “özgürlükçülük” söylemleri dillerden düşmez. Türban
özgürlüğü vardır bu söylemlerde, tarikat özgürlüğü vardır, etnik özgürlükler
vardır, mezhep özgürlükleri vardır. Ama çalışma özgürlüğü, emeğin özgürlüğü yoktur her nedense? Bu
söylemlerle Türkiye yeni bir başlangıca yelken açar. Bu başlangıç “devleti
yeniden yapılandırmaktır.” Böyle olunca
da mevcut tüm kurum ve kurallar yeniden yapılandırılacaktır. Yeniden yapılandırma
da eskiyi yıkmaktan geçer. İslamcı – liberal birlikteliğinin temelinde yatan da
bu yıkıcılıktır. Tarih yeniden yazılmaktadır artık.
Ve
hedef Orta Doğu, İslam Coğrafyası ve Uzak Doğu için yepyeni “dinamik” bir
devlet oluşturmaktır. Halkını iyi güden devlet. Komşularına haddini bildiren
devlet. Batının çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarından daha iyi kollayan
devlet. Zengini hakkını yetime yedirmeyen devlet! Tam da Kıvılcımlı’ nın
deyişiyle “Ceberrut Devlet” !
Ve bu “devlet”in istediği her
şeyi yapan, cumhuriyet, bağımsızlık gibi “saplantı”lardan arınmış “ordu”. En militaristinden en dinamiğinden
bir ordu! İsrail Ordusu örneği. Ordu ile Devlet Yönetiminin iyi harmanlandığı
en iyi örneklerden biridir İsrail… “İyi örnek” olmaya yeni aday ise Türkiye ve
Türkiye’nin ordusudur. Bu ülkede bunca
kıyamet boşuna kopmuyor olsa gerek!
Hal
böyle olunca da son yıllarda Türkiye’de eğitim ve eğitim felsefesi “gerisi
teferruat” a giriyor.Üniversitelerin geldiği noktaya, ilk ve orta öğretimdeki
uygulamalara, öğretmen yetiştirmede nerde olduğumuza bakıldığında haklılığımız
ortaya çıkacaktır.
Kim
söylebilir ki üniversitelerimizin bilim yapılan özerk kurumlar olduğunu.
Üniversitelerin aydın insan yetiştirdiğini. Üniversiteler liseleştiriliyor,
üniversite hocaları “öğretmenleştiriliyor.” Kampüsler iş merkezlerine dönüştürülüyor. Son yıllarda hızla artan fal kahvelerinin
büyük çoğunluğu üniversite çevrelerinde konumlanmış durumda. Günün “aydın” ı
falcı peşinde. Medyum’dan medet uman politikacılar, profesörler var. Özel
üniversiteler aldı başını gidiyor. Fakülte üstüne fakülte ve akla hayale
gelmiyen bölümler açılıyor. Gerek devlet
gerekse vakıf üniversiteleri müşteri
kovalayan işletme konumunda. Her birinin “batı”da türlü türlü bağlantıları, “denklik” leri
eksik değil. Aralarındaki rekabet
mahalle bakkallarında bile yok.
Kim
söyleyebilir ki ilköğretimde ortaöğretimde çağdaş eğitim-öğretim uygulandığını.
“Kendi okulunu kendin yap” kampanyası saçmalığıyla devlet olarak yükü onun
bunun himmetine terk edersen olacağı budur. Lise giriş sınavlarıyla, üniversite
giriş sınavlarıyla okulları “at haraları”na, memleketi “hipodrom” a çevir sonra
da eğitim modelini çağdaşlaştırdık masalıyla insanları uyut.
Kim
söyleyebilir ki Milli Eğitim’de kitap sorunun çözüldüğünü. Ortaöğretimde
kitapları devlet verecek denildiğinde “vay be” dedik. Biraz da kıskançlıkla…
Biz savunmuyor muyduk yıllardır eğitimin parasız olması gerektiğini. Ancak
sonradan öğrenildi ki, amaç yandaşlara para kazandırmakmış.
En
önemlisi de kim söyleyebilir ki iyi öğretmen yetiştirildiğini ve öğretmenin
özlük haklarının verildiğini. Bırakın özlük haklarını, hince politikalarla
öğretmenin “iş güvencesi” bile gasbedildi. Mevcutları yetmiyormuş gibi hala yeni eğitim
fakülteleri alçılıyor. Bir de fen-edebiyat fakültelerine göstermelik “pedagojik
formasyon” verip öğretmen “!” yetiştiriliyor. Atama bekleyen öğretmen sayısı on
binleri buldu. Öğretmenin akîbet
sarhoşluğu diplomasını alır almaz başlıyor. Önüne bol bol sarhoşluk
aşamaları sıralanıyor.
Sarhoşluğun ilk aşaması devlete
kapağı atmak için sınava girmek saçmalığı. Diyelim ki sınavda başarılı oldunuz.
O durumda da “kadrolu” mu “sözleşmeli”
mi atanacağım sarhoşluğu ile yüz yüzesiniz. Kadrolu atanırsanız çok iyi! Sözleşmeliyseniz gelecek yıllarda akîbetinizin belli değil. KPSS
denilen sınavda yeterli puanı alamadıysanız otomatik olarak ikinci sınıf
öğretmensiniz. Hedefiniz ikinci aşama…
İkinci aşama özel kurumlara
kapağı atma aşaması. Üç beş para maaşla… Günde 10 – 12 saat “çalışma garantisi”
ve haftada en az 60 saat çalışma süresi. Bir özel kuruma kapağı atmak da önemli
bir şans. Ama ne zamana dek?
Üçüncü aşama mevzi koruma
aşaması. Eğer bir yere kapağı atmışsan, devamını getirmelisin. Râkibinin çok
olduğunu bileceksin. En iyi arkadaşın en acımasız râkibin olabilir. Ondan iyi
olmalısın. Ne isterlerse yapmalısın. Patronun gözüne girmelisin. Çok parada
gözün olmamalı. Adın “aç gözlüye” çıkabilir. En önemli aşama da “öğrenci memnuniyeti” aşaması. Ne yapıp edip bu aşamaya “erme” lisin. “Esnaf-öğretmen” olduğun an mesleğin zirvesine
ulaşmış sayılırsın. Pedagoji bilimine rahmet!
Son aşama ise bunların “hiçbiri
olmazsa ne olacağı” aşaması. O aşamada da yeteneksizliğine yanacaksın. Ya
seneye tekrar şansını denersin ya da vazgeçip bir yerde sekreterlik, şoförlük
gibi bir iş bulursun. Daha sonraki yıllara Allah kerim.
Bu
arada devlet kadrosunda olup da özlük hakları için yürümeye kalkan öğretmenin
sırtında patlayan “demokrat” devletin copundan söz etmeyi de geçmeyelim. Devletin
kadrolu öğretmenine haksızlık olmasın.
Çok
mu negatif söylediklerim? Ama gerçek bu.
Söylediklerim olumsuzlukları öne çıkarıyor biliyorum. Yazının girişinde 40 yıl
önce öğretmenin nasıl yetiştirildiğini örnekledim. Devamında da bu yetiştirilen öğretmenin eğitime nasıl
sahip çıktığını. Neleri göze alarak…
Bugün yaşanan olumsuzlukların, direnci içinde taşıdığını da biliyorum.
Üniversitelerde bilimi, bilim özgürlüğünü, demokratik üniversiteyi savuna
hocaların az olmadığını biliyorum. Ülkemiz
koşullarına uygun eğitim modellerine, eğitim yöntem ve tekniklerine kafa yoran,
uygulanması için savaşım veren eğitbilimcilerimizin olduğunu da biliyorum. Bilimsel yöntemlerden uzaklaşmadan kitap,
kaynak, araç-gereç üretecek yayıncılar da yeterince var ve tükenmeyecek. Hangi
yetersiz yöntemlerle yetiştirilirse yetiştirilsin hangi olumsuz koşullarla
karşılaşırsa karşılaşsın işinin gereğini
fazlasıyla yerine getirecek öğretmenlerimiz de var ve hep olacak. Yaşayarak öğrenecekler, geçmişten öğrenecekler,
öğrencilerinden öğrenecekler. Eğitim öğretimin ne olduğunu, öğretmen olmanın ne
demek olduğunu…
Adabelen Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder