17 Aralık 2015 Perşembe
ODATV - GALİLEO GALİLEİ İTALYAN LİSESİ 16 ARALIK 2015 SEMİNER HABERİ ODATV
Matematikçi Ahmet Doğan, Galileo Galilei İtalyan Lisesi öğrencilerine, Rönesans ve Akıl çağına geçişinin kapılarını aralayan, bilime katkılarını canı pahasına ödeyen Galileo Galilei'nin (1564-1642); bilime katkılarını anlattı.
GALİLEO, MATEMATİK VE GEOMETRİ VE MANTIK
Dar düşünce kalıplarını aralamaya çalışan Galileo’nun 1610’larda yazdığı Siderus Nuncius (Yıldızların Habercisi) adlı eseri üzerine, Venedik devletlerindeki İngiliz Büyükelçisi Henry Wootton’un Kral I. James’e yazdığı mektupta: “Saygıdeğer efendimiz Galileo Galilei adındaki profesörün yayınladığı Siderus Nunciusadlı incecik kitapta yazılanlar doğru çıkmazsa adam yandı. Eğer doğru çıkarsa, biz yandık; çünkü dünya hiç de bildiğimiz gibi değilmiş, diyerek başka bir dünya yaşayacağız.” demişti.
Galileo Galilei İtalyan Lisesi’nde, matematikçi Ahmet Doğan lise öğrencilerine; okula adını veren Galile’nin attığı temelin matematik ve bilim dünyasına yansımalarını anlattı.
MATEMATİK YARAMAZDIR
“Matematiği sevmeyen var mı?” sorusuyla söyleşiye başlayan Ahmet Doğan, ardından matematik korkusunun temellerini ve insanlık tarihi boyunca matematiğin hayatın tam da içinde yer aldığı gerçeğini tartışmaya açtı.
Deneysiz bilimin ve kanıtsız matematiğin eksik olacağının örnekleri ile devam eden Doğan, öğrencilere de çeşitli sorular yönelterek devam etti.
Doğan, çağdaş bilimin, Galilei’nin bilime deneyi sokmasıyla geliştiğini, bu nedenle Galilei’nin bilim çevrelerince “bilimsel devrimin babası” sayıldığını ifade etti.
Söyleşinin ardından, okul yönetimi Ahmet Doğan’a teşekkür ederek okullarını simgeleyen hediyeler verdi. Seminer Ahmet Doğan’ın, “Matematik Yaramazdır” ve “Neden, Hangi, Nasıl Matematik” kitaplarını imzalamasıyla son buldu.
Haber: Emel Seçen
Odatv.com
13 Aralık 2015 Pazar
http://www.radikal.com.tr/yorum/kitaplardan_ucak_yapmak-728251
Kitaplardan uçak yapmak!
10/11/2004 02:00
Herkesçe bilinir. Sene sonunda sınıfını
geçtiğini öğrenen öğrencilerin birçoğu kitabın sayfalarını yırtar, büyük bir
zevkle uçak yapar ve uçurur. Bu zevk birçok okulda törensel bir eğlenceye
dönüşür.
Herkesçe bilinir. Sene sonunda sınıfını geçtiğini öğrenen öğrencilerin
birçoğu kitabın sayfalarını yırtar, büyük bir zevkle uçak yapar ve uçurur. Bu
zevk birçok okulda törensel bir eğlenceye dönüşür. Kurtuluş naraları atılır.
Biz öğretmenler de kızarız çocuklara.
Eleştiririz onları "Bu yaptığınız kitaba, emeğe saygısızlıktır" diye. Kızmakta elbette haklıyız... Eleştirmekte de... Ama sorgulamayı pek düşünmeyiz. Çocuk bir yıl boyunca okuduğu kitabı niçin yırtar? Dönem sonunda kitaptan aldıkları ile gönenip, kitaba saygı duyması gerekmez mi? Demek ki öyle değil. Demek ki o kitap onu zorlamış ve belki de acı vermiş. Bir yılın intikamını alıyor.
Öyle ise sorunu öğrencide aramaktan başka ders kitaplarında da aramalıyız. Elimdeki birkaç kitaba baktım. Birisi Milli Bakanlığı Bakanlığı (MEB) devlet kitabı, diğerleri de yazarlarca yazılmış Talim Terbiye Kurulu'nca onaylanmış matematik, geometri ders kitaplarından.
Biçim yönünden çok üzerinde durmayacağım. Ama ne yazık ki MEB yayını olan kitap biçim yönü ile diğerlerinden kötü. Bazı sayfalarda satırlar arasındaki boşluklar bile aynı değil. Geometri kitaplarındaki şekillerde bazı açılar gerçeğe uygun değil, dik açı dik açıya benzemiyor. Kimi yerde açı işaretleri şeklin dışına taşmış. Sayfa düzenleri iç açıcı değil. Benim bile yer yer içim kararıyor. Belli ki MEB'lığı iyi dizgici bulamamış. . Kişilerin yazdığı kitaplar bu yönü ile daha iyi. Onlar daha iyi dizgici bulmuş. Baskı da daha iyi. Demek ki kişilerin parası bakanlıktan daha çok.
Kitaplara içerik olarak baktığınızda ise her şeyin anlatılmış olduğunu görüyorsunuz. Gerekli gereksiz her şey. Ne güzel. Yazarlar her formülü, her kuralı (birçok kitapta kural 1-kural 2 diye gidiyor.) yazmışlar. Öğrenciye kalan tek şey ise onları ezberlemek. Belleği kuvvetliyse yaşadı. Başarılı olması için her şey var. Okuyacak, öğrenecek (ezberleyecek ve nefret edecek), sınavda sorulan soruları yanıtlayıp sınıfını geçecek. Sene sonunda da kitabın sayfalarını yırtıp uçak yapacak. Belleği güçlü olmayanlar ne mi yapacak? Hiç 'Onlar zaten kafası çalışmayan çocuklar.' Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Hani, eğitimin temel amaçlarından biri sorgulayan, üreten insan yaratmaktı? Onlara düşünme fırsatı bile tanımayan kitaplarla mı bunu yapacaksınız?
Kimse kusura bakmasın ama bu tutum öğrenciye (en hafif deyişiyle) güvenmeyen tutumdur. Hemen her kitapta gördüğüm süslü püslü kutular içine alınarak ve de neden böyle yapıldığına anlam veremediğim bir-iki kuralı(!) vereyim:
Eleştiririz onları "Bu yaptığınız kitaba, emeğe saygısızlıktır" diye. Kızmakta elbette haklıyız... Eleştirmekte de... Ama sorgulamayı pek düşünmeyiz. Çocuk bir yıl boyunca okuduğu kitabı niçin yırtar? Dönem sonunda kitaptan aldıkları ile gönenip, kitaba saygı duyması gerekmez mi? Demek ki öyle değil. Demek ki o kitap onu zorlamış ve belki de acı vermiş. Bir yılın intikamını alıyor.
Öyle ise sorunu öğrencide aramaktan başka ders kitaplarında da aramalıyız. Elimdeki birkaç kitaba baktım. Birisi Milli Bakanlığı Bakanlığı (MEB) devlet kitabı, diğerleri de yazarlarca yazılmış Talim Terbiye Kurulu'nca onaylanmış matematik, geometri ders kitaplarından.
Biçim yönünden çok üzerinde durmayacağım. Ama ne yazık ki MEB yayını olan kitap biçim yönü ile diğerlerinden kötü. Bazı sayfalarda satırlar arasındaki boşluklar bile aynı değil. Geometri kitaplarındaki şekillerde bazı açılar gerçeğe uygun değil, dik açı dik açıya benzemiyor. Kimi yerde açı işaretleri şeklin dışına taşmış. Sayfa düzenleri iç açıcı değil. Benim bile yer yer içim kararıyor. Belli ki MEB'lığı iyi dizgici bulamamış. . Kişilerin yazdığı kitaplar bu yönü ile daha iyi. Onlar daha iyi dizgici bulmuş. Baskı da daha iyi. Demek ki kişilerin parası bakanlıktan daha çok.
Kitaplara içerik olarak baktığınızda ise her şeyin anlatılmış olduğunu görüyorsunuz. Gerekli gereksiz her şey. Ne güzel. Yazarlar her formülü, her kuralı (birçok kitapta kural 1-kural 2 diye gidiyor.) yazmışlar. Öğrenciye kalan tek şey ise onları ezberlemek. Belleği kuvvetliyse yaşadı. Başarılı olması için her şey var. Okuyacak, öğrenecek (ezberleyecek ve nefret edecek), sınavda sorulan soruları yanıtlayıp sınıfını geçecek. Sene sonunda da kitabın sayfalarını yırtıp uçak yapacak. Belleği güçlü olmayanlar ne mi yapacak? Hiç 'Onlar zaten kafası çalışmayan çocuklar.' Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Hani, eğitimin temel amaçlarından biri sorgulayan, üreten insan yaratmaktı? Onlara düşünme fırsatı bile tanımayan kitaplarla mı bunu yapacaksınız?
Kimse kusura bakmasın ama bu tutum öğrenciye (en hafif deyişiyle) güvenmeyen tutumdur. Hemen her kitapta gördüğüm süslü püslü kutular içine alınarak ve de neden böyle yapıldığına anlam veremediğim bir-iki kuralı(!) vereyim:
Kuralın ispatı da yapılmış. Onu yazmadım.
Büyük çerçeve içi sarılı yeşilli renklendirilmiş. x ile y kırmızı, a ile b mavi renklerde yazılmış. İyice kafalara(!) kazınsın diye. Ardından da kuralı ezberleyip ezberlemediğini ölçecek sorularla bezenmiş.
Altında da ispatı verilmiş.
Örneğin son şekli ele alalım.
Üçgenin iç açılarının ölçüleri toplamının 180 derece olduğunu [BD] ile [CD] açıortaylarının ait oldukları açıları ölçüsel olarak iki eş parçaya ayırdığını bilen herkese A açısı 80o ise BDC açısının ölçüsü kaç derecedir deseniz, sadece hesap yapmasını bilip de (180'den 80'i çıkarıp 100'ü ikiye bölüp 50'yi bulan ve de 180'den 50'yi çıkarıp 130o yi hesaplayamayan) bu soruyu çözemeyen kaç kişi çıkar acaba?
Bir önceki örnek için de ve başka örnekler içinde aynı şeyler söylenebilir. Kitapların ilerleyen sayfalarında da gereksiz birçok kural ezberletilmeye çalışılmış.
Kitaplardan birinde de yazarlar kuralların arkasından bol bol örnek verdik diye (önsözde) övünüyorlar. Emeğe saygısızlık yaşamda en ayıpladığım şeylerdendir. Ama bu emek amaca uygun değilse ve matematiğin amaçlarına hizmet etmiyorsa (soyut düşünebilme, soyut-somut ilişkisini kurabilme, neden-sonuç ilişkilerini sorgulamayı) ve de öğrencinin matematik becerisini geliştirmiyorsa sorgulamak hakkımdır. Hatta bu tür Talim Terbiye Kurulu onaylı kitapların bende ders kitabından çok, ansiklopedi duygusunu uyandırdığını söylemek de hakkımdır.
Şimdi de MEB ders kitaplarında yapılan birkaç bilimsel hataya da değinelim.
Yanıt 10 olarak verilmiş.
Çözüm verilmemiş. Ama belli ki soru 'Üçgenin iç bölgesinde alınan bir noktanın, üçgenin köşelerine olan uzaklıkları toplamı, üçgenin çevre uzunluğundan küçük, yarı çevresinin uzunluğundan büyüktür' teoremine göre çözülmüş.
Bu teorem ancak çevrenin toplam uzunluğu verildiğinde geçerlidir. Kenar uzunlukları ayrı ayrı verilen üçgende geçerli değildir. Bu sorunun yanıtı, 12 , 13 , 14 tamsayıları olmak üzere sadece 3 tam sayı değeridir. Yani binlerce öğrenciye yanlış şey öğretiliyor. Tabii bu haliyle onay veren Talim Terbiye Kurulu uzmanları da bu bilimsel hataya onay veriyor. Daha da acısı bu konuda yapılan yaygın hata Matematik Dünyası Dergisi'nde (Yıl: 13 Sayı: 1) sayın Mustafa Yağcı tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmıştı.
Demek ki Türkiye' de 10 bin satan bir matematik dergisi, kitap yazarı matematikçiler ve onay veren bakanlık uzmanı matematikçiler tarafından okunmuyor. Bu ise bambaşka bir ayıp. Çünkü Matematik Dünyası Dergisi'ni okuyan çok sayıda lise öğrencisi var.
Üniversite kapısında hatalı çözüm
Yine yılını anımsayamadığım bir üniversite giriş sınavında sorulan ve sanırım iptal edilen 'kenar uzunlukları verilen bir dörtgenin köşegenlerinin toplam uzunluğu' ile ilgili soru da okutulan bir ders kitabında hatalı çözülmüş. Çünkü yanıtı doğru değil. Soru basında yer almış ve tartışılmıştı. Demek ki yazarlar bu tartışmaları da izlemiyor. Bir kitaptaki hata yazımdan veya basımdan kaynaklanırsa bir yere kadar hoş görülebilir. Ama bilimsel hata ise kimse hoşgöremez ve görmemelidir. Yayımlanan matematik ders kitaplarındaki bir başka ciddi zaaf da, modellemelerin olmamasıdır. Lise 2. sınıflarda okutulan trigonometri dersi öğrencinin en çok zorluk çektiği konudur. Bu konunun anlatımında da öne çıkan zorluk trigonometrik bağıntıların nerede kullanılacağına ilişkin örneklerin olmamasıdır. Öğrenciden, öğrendiğini nerede kullanacağını bilmediği şeye ilgi duymasını bekleyebilir misiniz?
Örneğin bir ağacın boyunu ölçmeden hesaplayabilmenin trigonometriyle ilişkisi kitaplarda yer alamaz mıydı? Veya başka örnekler. Diğer bilim dallarında fizikte, mühendislik alanlarında trigonometrinin nasıl kullanıldığına ilişkin örnekler de yok kitapta. Peki ne yapacak öğrenci? Formülleri ezberleyecek, sınavda yanıtlayacak, sınıf geçecek. 10 gün sonra da ezberlediklerini unutacak. Bu 'eziyeti' niçin çektiğini de hiçbir zaman bilmeyecek. Sene sonunda kitap sayfalarından uçak yapacak. Ona göre böyle işe yarıyor kitaplar.
Trigonometriden söz açılmışken bir noktaya daha değinelim. Trigonometri, lise 2. sınıfta ve genellikle ilk dönemde okutulmaktadır. Kitaplara bakıyorsunuz, trigonometri soruları içinde lise 3. sınıfta okutulan çokgen bilgisi ve hatta çember bilgisi gerektirecek sorular sorulmuş. Doğal olarak öğrenci trigonometriyi öğrenmiş (ezberlemiş) olsa bile henüz görmediği konular nedeniyle soruları çözemiyor. Yani yine eziyet, yine kendine olan güveninde problem, yine başarısızlık...
Ne varsa ezberde var!
Yazarlar ve denetleyiciler müfredatı ve müfredat sırasını göz önünde bulundurmakla yükümlü değiller mi? Bu tutumu da anlamak olanaklı değil. Söylenecek daha çok şey olabilir...
Yakın zamanda başarı seviyesi yüksek bir grup öğrenciye 'Kim matematik kitabını okuyarak matematik öğreniyor' diye sorduğumda tümünden aldığım yanıt "Anlayamıyoruz" ya da "Ne gerek var. Öğretmen anlatıyor. Biz de alıştırmalar çözüyoruz" oldu. Demek ki kitaplar matematik dilini öğretmekte de yetersiz. Gerçekçi olursak birçok öğretmen kendisini kitaptakileri tekrarlamakla yükümlü sayıyor. Burada da aklıma şu geldi. Yoksa bu ders kitapları(!) öğretmenler için mi yazılıyor? Öyleyse öğrenciye ders kitabı falan vermeyelim. Ders kitapları öğretmenlere kalsın. Öğrencilere salt sorulardan oluşan kitaplar verelim. Sorun kökten çözülür. Öğrencilere de 'Günde 500 soru çözmelisin' telkininde bulunuruz. Her şeyi böylece ezberler. Üniversite sınavında da başarılı olur. Birçok eğitimci(!) böyle yapmıyor mu? Bu çocuklar üniversitede ne mi yapar? Bana ne. Onu da üniversitedeki hocası düşünsün. Zaten bu toplumun gereksinimi 'işini bilen bireyler yetiştirmek' değil mi? İmam hatiplileri kurtaralım yeter.
Ahmet Doğan: Matematik öğretmeni
30 Kasım 2015 Pazartesi
15 Ekim 2015 Perşembe
EĞİTİM NEREYE
NEREDEN GELDİK
İlk Ders
Etrafı yaşdaşlarıyla
çevriliydi. İlkokulu yeni bitirmiş kızlı erkekli çocuklar. Her birinin yanında
bir büyüğü. Annesi ya da babası. Küçükler birbirini süzüyor. Büyükler ise
çocukları… Kulaklar önünde durdukları tek katlı, sarı boyalı binadan gelecek
seste. İsimlerinin okunmasını bekliyorlar. Sırası geldi sonunda. İsmi okundu.
Kendisiyle birlikte birkaç isim daha…
Yürüdü küçücük yüreği çarparak kapıya doğru.
Üç dört basamak çıktı, açık kapıdan içeri girdi. “Gel bakalım dedi” düzgün
giyimli, kravatlı biri. Buyurgan ama güven verici. “Adın ne senin” diye sordu. Adını
söyledi. Anladı ki buyurgan tavırlı adam öğretmendi. Öğretmen aldığı yanıtın
devamını getirdi. “Kapaklı Köyü ilkokulunu bitirmişsin. Babanın adı Ali… doğru
mu?” “Evet” diye yanıtladı. Öğretmen,
masanın üzerinde sıralanmış kitaplardan birini aldı, bir sayfa açtı,
uzattı. “Karşı sıraya otur. Bu sayfayı güzelce oku.” Sol taraftaki büyük masayı
göstererek; “ Az sonra öğretmenlerin seni çağıracaklar.”
Kitabı aldı. Öğretmenin işaret
ettiği yöne baktı. Büyükçe masanın etrafında üç öğretmen, karşılarında bir
öğrenci. Duyamadığı bir şeyler konuşuyorlar.
Boş sıralardan birine doğru
yürürken etrafına bakındı. Birkaç çocuk daha vardı sıralara oturmuş. Her biri
kafasını kaldırmadan verilen metni okuyor. Boş bir sıraya oturdu. Okuması istenen
metne baktı. Nasrettin Hoca’ nın bir fıkrası. Çok da iyi bildiği ve sevdiği.
Okumaya gerek duymadı. Heyecanı azalmıştı. Güven verici bir havası vardı içinde
bulunduğu kocaman odanın. Sıralar temiz, duvarlar pencereler boyalı. Camlar
pırıl pırıl.
Büyük masanın başındaki öğretmenleri
ve karşılarında oturan öğrenciyi gözledi. Belli ki öğretmenler soruyor,
ellerini bacaklarının arasında kavuşturmuş öğrenci yanıt veriyor. Öğretmenler
arada bir de sırasını bekleyen öğrencileri gözlüyor. Birisiyle göz göze geldi.
Kendisine bakıyordu. Gözlerini kaçırdı tedirgin… Bir gözü yan duvardaydı şimdi.
Öbürü nerede bilemedi. Çaktırmadan yeniden baktı. Şimdi karşısındaki çocukla
konuşuyordu o öğretmen. Gülümseyerek. Tedirginliği yok oldu. Şimdi de büyük masanın
yan tarafındaki tahtadaydı öğrenci. Uzaktan görebildiği kadarıyla matematik
işlemleri yaptırıyorlardı tahtada. Çarpma ya da toplama.
Şimdi anladım dedi kendi
kendine: “Mülâkat buymuş demek!” Sormuştu daha önce ve anlatmışlardı. Ama tam canlanmamıştı
kafasında mülâkat. Üç öğretmen bir öğrenciyi karşılarına alıyor, ona sorular
soruyormuş. Sınıfta tahtaya kalkmak gibi bir şey diye düşündü. İyice rahatladı.
Biraz sonra adını okuyarak çağırdılar. Sırası gelmişti. Kalktı büyük masaya
doğru yürüdü. Öğretmenlerin gözü üzerindeydi. Sanki nasıl yürüdüğünü gözlüyorlardı.
Bu gözlemenin bedensel bir engeli olup olmadığını anlamaya yönelik olduğunu çok
sonraları öğrenecekti. Öğretmen okuluna seçilecek öğrenciler için dikkat
ediliyordu.
Masanın karşısındaydı şimdi. Otur
bakalım dedi öğretmenlerden biri. Oturdu. Göz göze geldiği öğretmen, “ sen
verdiğimiz metni neden okumadın” diye sordu. Şaşırdı bir an. Azıcık da ürktü.
Alçak sesle; “ben biliyorum o fıkrayı” dedi. “Başka fıkrasını da bilir misin
Nasrettin Hoca’ nın” diye sordu diğer öğretmen. “Hepsini biliyorum” diye
yanıtladı biraz çekinerek. “ Çok kitap okur musun” sorusu geldi ardından.
“Okurum” dedi. “Hem kitaplık kolu başkanıydım hem de sınıf başkanıydım.”
Ardından bunu niye söylediğini düşündü. Anlamsız bulmuştu. O ana dek konuşmayan
üçüncü öğretmen sordu bu kez. “Matematiği seviyor musun?” “Seviyorum.” “ Sana
çarpım tablosundan soralım. Kaçları sormamı istersin?” “Hangisi olursa olsun.”
“Peki vazgeçtim. Sana akıldan bir problem sorayım” dedi ve sayılarını vermeden
bir problem anlatıp, “nasıl çözersin” diye sordu. Biraz düşündü. Şaşırdı.
Çözülemezdi çünkü eksikti. “Neden durdun” diye sordu öğretmen. Çaresiz
söyleyecekti. Ürkek ve alçak sesle; “çözülemez ki” diyerek nedenini açıkladı.
Gülümsedi soran öğretmen ve üç öğretmen birbirine baktı. “Sen gidebilirsin”
dediler. Oysa metinden soru soracaklarını bekliyordu daha tahtaya
kaldıracaklarını da…
Kalktı kapıya doğru yürüdü.
Kapıdan girerken çok istekli değildi öğretmen olmaya ve bu sınavı başarmaya.
Çıkarken ise üzülüyordu şimdi. Bu odada geçirdiği 5 -10 dakika öğretmen olma isteği yaratmıştı onda. Üzgün ve biraz da kızgın; “mülakat dedikleri de sohbetmiş meğer”
diye düşündü. Üç beş basamaklı merdiveni inerken.
İkinci Ders
İkinci Ders
Sınavı kazanmış okula girmişti.
Öğretmen olmaya adım atığının ilk yılı. 11 – 12 yaşlarında. Okul ona göre bir
“çeşit” ti her şey burada. Hem de en ilgincinden.
Spor sahaları ilginçti.
Her türüyle. Futbol, basket, voleybol, jimnastik sahaları, kum havuzları.
Neredeyse her an ya beden eğitimi dersi vardı, ya da kıyasıya maç yapan
öğrenciler.
İşlikler ilginçti.
Marangozhane, demirhanesiyle, malzeme depolarıyla. Buralarda iş bilgisi
dersleri yapılıyordu.
Laboratuarlar
ilginçti. Malzemelerin bir kısmı döner sermayece (okulun öğrencilerinin
ürettiği tarım ürünleriyle finanse edilen) alınmış, bir kısmı okulun marangozhanesinde,
demirhanesinde yapılmış. Koskoca laboratuarların anahtarları 15 yaşındaki
görevli öğrencinin cebinde…
Tiyatro salonu bir başka ilginçti. Her ay
mutlaka öğrencilerin bir temsiline sahne olan. Hem de sıradan değil. Perdesi,
kulisi, paravanları, ışıklarıyla. Her birini öğrencilerin yaptığı. Ve en zor
oyunların sahnelendiği.
Kantin bir başka ilginçti. Satranç, dama,
bilardo masaları hatta masa futboluyla. Yine bir çoğu okulun işliklerinde
üretilmiş.
Resim, müzik atölyeleri
de ilginçti. Resim altlıkları, boya malzemeleri, piyano, trambon, trampet…
darbuka ve bando takımı araçlarıyla. Sorumlusu olan öğrencilerin gözü gibi
kolladığı.
Kütüphane dönemine göre
bir deryaydı. Binlerce kitap ve dolup taşan öğrencileriyle. Ve de her kitabın
yerini ezbere bilen Secaaddin Gada ( Seceaddin Abi ) sıyla.
Dersler o kadar ilginç değildi. Her okulda
olan türden. Ama derslerin işlenişi ilginçti. Öğretmenler de. Örneğin Türkçe
dersi…
Öğretmen Zülfikar
Ortaç. En yaşlı öğretmen. Çocuğu yok. Belki de o nedenle çok sevecen. Babacan
denilen türden. Gömleği her zaman beyaz. Giysileri tiril tiril. Gravatı özenle
bağlanmış. Mendil cebindeki gravatıyla uyumlu mendili hiç eksik değil. Daha ilk
günlerde başlamışlardı Yaşar Kemal’ in İnce Memet’ ini sınıfça sesli okumaya. Bir öğrenci kalkıyor
biraz okuyor. Az sonra bir diğer öğrenci kalkıp okumaya devam ediyor. Arada bir
Zülfikar Ortaç araya giriyor. “Bak efem bak, bak. Ne de çapkınmış Memed!”
türünden. Ya da “ söyle bakalım efem, niye bu kadar kızıyor ağa Memed’ e” sorusuyla. Ve: “Türkçe dersi demek kitap okumakmış meğer”
diye düşünmeye başladı bir süre sonra.
Okul Kütüphanesini de mekân tutarken…
Üçüncü Ders
Aynı yıllardaydı. Matematik öğretmeni Nevin
Nurdoğan. Boyu posu yerinde gösterişli bir kadın. Her derse mavi beyaz pütü
kare önlüğüyle girer. Otoriter, kararlı ve adaletli. İlk yazılısından 10
almıştı on üzerinden. Sınıfın en yüksek notuydu ve bu notu alan tek öğrenciydi.
Övdü onu öğretmeni şımartmadan. İkinci yazılıda ise 1 aldı. Yine on üzerinden.
İlk sınavdaki notuna güvenip çalışmamıştı. Şaşırmıştı Nevin Nurdoğan. Kaşları
çatık, “gel bakalım, bu neyin nesi?” diyerek sözlü sınav için tahtaya kaldırdı.
Zayıf alacağını bildiği için çalışmıştı o arada. Doğru yanıtlar verdi. Öğretmen
kulağını çekti. “Demek ki çalışmamışsın. Haylazlık yapmışsın. Şimdi sana sözlü
notu olarak 10 veriyorum. Ama bir daha böyle yapma!” demişti.
Mahcup yerine otururken “sürekli başarı için şımarmamak gerekmiş
meğer” diye düşündü. Annesine duyduğu özlem, öğretmeninin kulağını çeken
parmakları arasında eriyip gitmişti…
Dördüncü Ders
Daha sonraki
yıllardaydı. Tarım İş dersi. Tarım dersleri okulun tarım bahçelerinde ve
genellikle uygulamalı yapılırdı. O günün programına ve gereksinimine göre, ya
ağaçları sulamaya giderler ya bal peteklerinden bal süzmeye, ya meyve toplamaya
ya da toprak çapalamaya. O gün de sınıfta toplandılar. Yoklama alındı ve
öğretmenleriyle birlikte bahçelere doğru yola çıktılar. Öğretmen her zamanki
yoldan farklı yürüttü onları sınıfça. Resim atölyesinin bitimindeki boşlukta
durdular öğretmenlerinin isteği üzerine. 40 – 50 metrelik boş bir alan ve
ortasında bir ağaç. Oldukça büyük ve gür. “Bakın çocuklar” diye başladı
öğretmen. “Bu ağacı sizden çok önceleri,
bir kız öğrenci yani bir ablanız dikmiş. Bu çok özel bir ağaçtır.”
Anlayamadılar ağacın neden özel olduğunu gözleriyle ağacı yeniden inceleyerek.
Az ötedeki ağaçları, daha ötekileri de öğrencilerin diktiğini biliyorlardı.
Sordu sabırsız biri açıklamayı beklemeden. “Neden özel Hocam?” Duygulu bir
sesle anlattı öğretmen: “Çünkü bunu
diken çocuk diktikten bir süre sonra veremden ölmüş. Onun üzerine arkadaşları
bu ağacı nöbetle sulamış, dibini çapalamış. Bu yıllarca sürmüş. Bakın bu ağaç
bu çevredeki en gür ağaçtır. Onda arkadaşlığın, kardeşliğin vefa borcu, emeği
var…” Ve bu açıklamadan sonra “haydin elma bahçesine” dedi yürüdü. Çoğu
burnunu çekerek, bazıları da gömleğinin yeniyle gözünü silerek onu izledi.
O günün görevi elma
toplamaktı. Bir yandan elma topluyor bir yandan da şakalaşıyor hatta
şımarıyorlardı. Şımarmalarına göz yumulurdu küçük sınıfların. Zarar vermeye
başlamalarına dek. Şımarma özgürlüğünü kullanarak dallara asılmaya sallanmaya
başlamışlardı bile. Öğretmen kararlı bir sesle uyardı: “Çocuklar, ağaçların
canını yakmayın!” Sallandığı ağacın dalını bırakırken, “ağaçların da canı varmış meğer” diye düşündü.
Beşinci Ders
Altı yıllık sürenin
üçüncü yılındaydı. Yani şu andaki öğretim süresinin birinci kademesinin son
yılı. Fen Lisesi sınavlarına girdiler. Ve tek Ankara’ da vardı Fen Lisesi. Daha
sonra İstanbul ve Ankara’da da açıldı. Bilim adamı olma ışığı olan öğrencileri
seçiyorlardı Fen Lisesi’ne. Alınan öğrenci sayısı da 20-30 kadardı. O yıl o da
girdi sınavlara. Sonuç iyiydi onun ve okulu için. Bölgede ilk sınavı kazanan 6-7
öğrenci vardı. Bunların dördü Öğretmen Okulu’ndan ve biri de oydu. Kutlama
üzerine kutlamayla karşılaştılar. Arkadaşları, okul çalışanları, öğretmenler,
yöneticiler. Övgüler hoşlarına gitti. Hatta şımardılar bile. Kolay mı? Birden
bire okulun gözdeleri olmuşlardı. Ortalıkta fiyakalı fiyakalı dolaşmaya
başladılar. “Fen Lisesi” ni kazananlar olarak.
Birisinin aklına bir
uyanıklık geldi. İkinci sınava 10 gün kadar vardı. “Kütüphanede ikinci sınava
hazırlanacağız” demenin tam da sırasıydı. Kaytarmanın bundan iyi bahanesi
olamazdı. Hemen bir plân yaptılar; Okul Müdürüne gidilecek, durum anlatılacak,
çalışmak için izin istenecek. Sonra… 10 gün yan gelip yatılacak. Okul Müdürünün
nerede olduğunu soruşturdular. Müdür Nizamiyedeydi. Bir sınıfla uygulamalı
Tarım Dersi yapıyordu. Branşı Tarım İşti. Bilinirdi Müdürün çalışkanlığı,
yaratıcılığı, inatçılığı ve öğrencilere, eğitime, okula düşkünlüğü. Ve de
kararlılığı, adaleti ve ödünsüzlüğü.
Okula müdür olarak
atanalı daha bir yıl olmamıştı. Kısa sürede okulun çorak arazilerinin önemli
bir bölümünü ağaçlandırmış, yeşertmişti. Öğrenciler istekle çalışırdı
derslerinde. En başta da müdürleri. Daha birçok yenilik getirmişti okula kısa
sürede. Sosyal ve kültürel alanda. O geleli yemekhanedeki yemekler bile
artmıştı, güzelleşmişti. Ama her dönemde olduğu gibi uzun sürmemişti müdürlüğü.
Bir gün aniden görevden alınmış, sürülmüştü. Çok üzülmüştü öğrenciler bu “sert
adamın” gidişine. Ha… Duymuşlardı bir yerlerden bir de “Sosyalistmiş müdür”
diye. Sosyalizmin iyi bir şey olduğunu öğrenmişlerdi böylece.
Beş kafadar Nizamiye’nin yolunu tuttu.
Sözcü olarak da onu seçmişlerdi. “Sen edebiyatçısın, iyi konuşursun” diyerek.
Ağaçlıklı yolun bitiminde Nizamiye’yi gördüler. İşte oradaydı Müdür. Etrafında
öğrenciler. Duvar örüyorlardı. En çok çalışan da Müdür. Başında hasır bir
şapka, sırtında kısa kollu bir gömlek, elinde mala. Harcı o koyuyor, öğrenciler
taşları üst üste, yan yana sıralıyor.
Gelen gruba göz ucuyla
bakmış, tanımıştı “Fen Lisesi Sınavını” kazananları. Yani okulun “medar-ı
iftarı” öğrencilerini! Bizimki biraz tafralı biraz ürkek; “kolay gelsin Hocam” dedi.
Az biraz sessizlikten ve malanın üzerindeki harcı taşların üzerine yaydıktan
sonra kafasını kaldırmadan, “sağ olun” dedi. Devam etti bizimki; “biz Fen
Lisesi birinci basamak sınavını kazanan öğrencileriz.” Yine bir sessizlik ve
kovanın içinden harç alırken, “eee” dedi müdür. Bu “eee”, “ ben sizin derdinizi
biliyorum” der gibiydi. Süngü düşmeye başlamıştı kafadarlarda. Ama ok da yaydan
çıkmıştı bir kez. El mahkûm devam edilecekti. Etti de daha kısık bir sesle;
“ikinci sınava 10 gün var.” Müdürden bir “eee” daha çıktı. “ Biz ikinci sınava
hazırlanmak istiyoruz.” Yine lanet bir sessizlik ve “aferin, çalışın, çalışkan
olmak iyidir!” Mala tam gaz gidip geliyor. Sözcünün süngüsü iyice düştü. İşin
rengi belli olmuştu. Düzenbazlıkları ortaya dökülmek üzereydi. Arkadaşları
eleştirmeyecek olsa “hoşça kalın” der geri dönerdi. Çaresiz son tümceyi
söyledi. “Bize bu 10 gün izin verseniz de derslere girmeyip ders çalışsak.” Bu
heybedeki son ve en büyük salatalıktı. Daha uzun bir sessizlik ve ardından
sertçe; “ Haydin teresler sınıflarınıza.
Cambazdan bilim adamı da olmaz, öğretmen de. Çabuk kaybolun…” Kös, kös
dönmüşlerdi gerisin geriye. Ama incinmemişlerdi. Okula doğru yürürken, “cambazlık adamlık değilmiş meğer” diye
düşündü. Aklı, Müdürün alnından malanın üzerine damlayan ter tanesindeydi halâ…
Altıncı Ders
Dördüncü sınıftaydı.
Haytalık dönemi artmıştı biraz. Her yaşdaşı gibi. Zaman zaman uyarılır, zaman
zaman da göz yumulurdu yaramazlıklarına. Sabırlıydı öğretmenleri. Yanlışları
düzeltmenin yolunun doğruların erdemini öne çıkartmaktan geçtiğini biliyordu
yetiştirenler.
Kütüphaneleri oldukça
zengindi. O yılların neredeyse tüm kitapları bulunabiliyordu. Bir çok öğrenci
arkadaşı gibi o yılların az sayıdaki süreli yayınlarından Varlık ve Türk Dili
dergilerine aboneydi. Küçük harçlıklarının bir kısmını ayırarak abone
oluyorlardı bu dergilere. Harçlıklarının bir kısmını da kitap almaya
ayırıyordu.
Kitaplık kolu okula
satılmak üzere kitap getirttiriyordu. Satışı çok ilginçti. Kantinin bir bölümü
kapatılmış, kitapların satıldığı yer haline getirilmişti. Satışın ilginçliği
ise satıcının olmamasıydı. Satıştan sorumlu öğrenci sabah gelip kitapların
satıldığı bölümü açar ve giderdi. Satıcı yok. Kapı her zaman açık. Öğrenci
gider, alacağı kitapları seçer, üzerlerinde yazılı bedeli açıkta duran para
kutusuna koyar, varsa paranın üzerini alır. Akşam etüt saatinde satış görevlisi
gelir. Sayım yapar ve kitap paralarını alır gider. Çok mu garip? Evet ama
öyleydi. Daha da garibi bozuk para olmadığı için, toplanan bedelin satılan
kitapların karşılığından genellikle çok olmasıydı. Ertesi gün bozuk para varsa
gidilir paranın üstü alınırdı. Kısaca başlı başına önemli bir ders. Onlarca
benzeri gibi… Ama bu bölümün asıl dersi bu değil. Yine kitapla, kitap okumayla
ilgili.
Türkçe – Edebiyat
derslerinin en temel etkinliği kitap okumaydı. Her öğrenci, her aya karşılık
bir kitap olmak üzere yılda (en az) sekiz kitap okur. Sadece okumaz,
okuduklarını incelerdi. Yazarın kısa yaşamı ve diğer eserleri açıklanırdı
inceleme metninde. Kitabın özeti vardı, türü vardı, anlatım tekniğinin
incelenmesi vb. vardı. Tüm bunlar bir deftere yazılır dönem bitiminde
incelenmek üzere öğretmene verilirdi. Ve o defter kalın bir kitap büyüklüğünde
olurdu. Zor gelirdi elbette bazı öğrencilere… Ama ödev ödevdi. Çaresiz
yapılırdı.
Kitap okuma konusunda bir
sıkıntısı yoktu. Seviyordu okumayı. Kitap seçme sorun değildi onun için. O yıl
da incelenmesi kolay olmayan; Sefiller, Cyrano De Bercarak, Açlık, Mahalle
Kavgası gibi yerli yabancı kitapları incelemişti. Hatta bazı arkadaşlarına da
inceleme ödevi için yardımcı olmuştu. Yardımlaşma çok doğaldı aralarında. Yeter
ki yardımlaşmanın dozu kaçmasın…
Son sınıflardan bir abla
kendisinden yardım istemişti. Bir ablaya, bir abiye yardım çok onur duyulacak
bir şeydi. “Elbette” demişti “yardım ederim.” İsteği üzerine ablaya bir yıl
önceki inceleme defterini vermiş ve abla da ondan yararlanarak yeni bir
inceleme ödevi hazırlamıştı. Az şey miydi “abla” ya yardım!
Abla iyice bir not almıştı
sonuçta. Çok da iyi değildi ama ona yetiyordu aldığı not. Önemli olan da buydu.
Gazoz bile ısmarlamıştı ona ablası.
Bir hafta sonraydı. Akşam
yemeğinden çıkmışlar, etüt zilini bekliyor ve şakalaşıyorlardı arkadaşlarıyla
okul meydanında. Az ileride o gün nöbetçi öğretmen olan Nurettin Ergen
oturuyordu. Türkçe öğretmenleriydi Nurettin Ergen. İşinde çok titiz, çok kibar,
insanlara çok saygılı ve de kültürlüydü. Şiirler, denemeler yazar öğrencileri
de teşvik ederdi okumaya yazmaya.
Adını söyleyerek çağırdı
onu. “ Gelir misin, biraz konuşalım.” Yanına gitti. Banka ilişti o da. Hal
hatır sorduktan sonra: “ İncelemelerini beğendim. Güzel kitaplar okumuşsun.
Özenle de incelemişsin. Teşekkür ederim.” Bu övgü mutlu etti onu. İnceleme
ödevi, okuduğu kitaplar ve edebiyat üzerine konuştular. Daha da onurlandı.
Nurettin Ergen’le edebiyat üzerine konuşmak az şey değildi.
Ve biraz sonra öğretmeni
sözü bir başka yere getirdi. “Senin geçen yıl yaptığın incelemeler de çok
başarılıydı.” Sıraladı tek tek incelediği kitapları. “Eyvah” dedi içinden. O
kadar inceleme içinde anımsayacağını düşünmemişti açıkça. Kibarca da olsa, “bir
zılgıt yiyeceğim şimdi” derken öğretmeni devam etti. “Biz bu ödevleri çok yararlı olacağını bildiğimiz için veriyoruz.
Kesinlikle angarya değil. Sizler öğretmen olacaksınız. Okumalısınız. Kültürlü
olmalısınız. Ülkenin ve halkın dürüst aydınlara gereksinimi var. Okuyan insan
demokrat ve çağdaş olur. Kendisine de güvenir. O zaman öğrencileriniz de, halk da size güven duyar. Ancak o zaman, öğrencilerinize
okumayı salık vermeniz anlamlı olur. Sen bu sorumluluğu yerine getiriyorsun.
Emek harcıyorsun. Emek saygı duyulacak en önemli şeydir. Emeğine saygı
duyuyorum ve seni tekrar kutluyorum.” Nurettin Ergen bunları söylerken o,
söylemediklerini düşünüyordu. İçtenlikle bir şeyler söylemeliydi. Ama ne? Derken,
“Haydi. Zil çaldı. Seni daha fazla tutmayayım” la kurtardı onu zor durumdan Nurettin Ergen. Usulca
kalktı ve yine usulca “ iyi akşamlar hocam” dedi. Etüt sınıfına doğru yürürken, “ iyilik sanılan her şey, iyilik değilmiş
meğer” diye düşündü. Nurettin Ergen’in övgülerinden teselli bularak…
Dersler, dersler,
dersler… 8. Ders, 9. Ders ve devamı. Altı yıl boyunca devam eden dersler.
Program içinde görülen; psikoloji, sosyoloji, yöneticilik dersleri dışında. Yani
“eğitim psikolojisi”, “çocuk psikolojisi”, “yetişkinler psikolojisi”, “eğitim
sosyolojisi”, “teşkilat ve idare”, “çocuk edebiyatı”… dersleri ve uygulamaları
dışında. Yukarıda örneklediklerimiz dışında, benliğine kazınan, her fırsatta
uygulanan diğer dersler… Asıl derslerdi onlar. Adam olma dersleri.
Sabah, uyanışla başlardı dersler.
Okulun müzik odasından yapılan müzikle açarsınız gözlerinizi güne. Açılan
pencerelerden ciğerlerinize temiz hava doldurarak. On dakika içinde
yataklarınızı düzeltir sabah koşusu için yatakhanenin önünde yerinizi
alırsınız. Koşunun devamı spor sahasında sabah sporudur. Tüm okul yüzlerce
öğrenci oradadır. Yataktan kalkma mızmızlığı, yerini neşeye, şamataya bırakır. Yarım saat sürer bu
karnaval. Acıkırsınız kurt gibi. Yıkanır temizlenir, yemekhaneye koşarsınız.
Bir türlü doyamadığınız… Sonra etütler, dersler. Zinde, keyifli yaşadığınızın
farkında olarak.
Hem o gününüz, hem her
gününüz etkinliklerle doludur. Spor, sanat, bilim, kültür etkinlikleri. Ders
bitiminden sonra kimi spor sahalarına koşar, futbol, basketbol, voleybol oynar.
Bir grup masa tenisinin, diğer grup bilardo masasının başındadır. Müzik
salonundadır bazıları, bazıları laboratuarlarda. Kimi folklor çalışmasında,
kimi tiyatro çalışmalarında ya da kütüphanede. Birinin elinde mandolin ve
etrafında on kişi. Neşe içinde şarkı söyler. Hiçbir şey yapmayan yol boyunca
sohbet ederek gezer ya da koşuşturur.
Her ay bir tiyatro
izlersiniz. Ya okulda bir grup düzenlemiştir. Ya da dışarıdan bir tiyatro grubu
getirttirilmiştir. Hafta sonları okulun sinema makinesinden film izlersiniz.
Okul meydanına gerilen kocaman perdede. Hem de dönemin en yeni filmleri. Bilgi
yarışmaları neredeyse haftalık olağan şeylerdir.
Gezilere gidersiniz. Bazen
okulla, bazen kaçak. Kaçak gidişlere göz yumulur risk yoksa. Her yıl 1 Mayıs’ta neredeyse bütün okul Efes
Şenliğindedir. Spor müsabakalarını izlemeye de gidersiniz. Yazları deniz
kamplarına. Kamp dediysek öyle otellerde falan değil. Para yoktur. Okul
düzenler dar olanaklarıyla. Bir ilkokulun bir sınıfı size ayrılır. Yatakhane
olarak kullanırsınız. Bir sınıf da yemekhane. Başınızda bir öğretmen. Ama asıl
kamp sorumlusu bir öğrencidir. Her zaman olduğu gibi. Öğretmen var - yok
gibidir.
En yakın yerleşim yeri 3 km
uzaklıktadır. Ama her gün, günlük gazeteler, haftalık dergiler satılmak üzere
gelir. Çoğunlukla gazeteleri tek başına alamazsın. Paran yetmez. Ya birkaç kişi
ya da sınıf olarak alırsınız. Sırayla okunur. Hatta okuma alışkanlığı
olmayanlara bile okutursunuz. Dünya’da, ülkede ne olup bittiğini öğrenir
tartışırsınız.
Kısaca eğitirler seni
olanaksızlıklar ortasında. Hem de “göstere göstere” olmayan yöntemlerle. Her
yer eğitim alanı, her an eğitim anıdır. Dünyayı sevmeyi öğrenirsin. Yurdunu
sevmeyi. İnsanı, insana dair olan her şeyi. Ağacı, uçan kuşu, börtü böceği. Ve ardından görev yüklenirsin.
Aydın olma görevi, “öğretmen” olma görevi ve sorumluluğu.
Ve tüm bunların toplamı bir
bilinçtir. Öğretmen olma bilinci. Ve bu bilinç de bir derli toplu düşünüşler toplamıdır. Bu düşünüşler toplamı
bir felsefenin ürünüdür. Yani “eğitim
felsefesi” nin.
EĞİTİM FELSEFESİ
Sözünü ettiğimiz yıllar
1960’lı yıllar. Ve okul Ortaklar İlk Öğretmen Okulu. Köy Enstitülerinin devamı sayılan okullardan
biri. Bir başka anlamda “düzeltilen!” Köy Enstitülerinden sadece biri.
“Düzeltilmemiş” halini varın siz düşünün. Yukarıda sıraladığımız örneklemeler o
günün koşullarında üzerinde saatlerce konuşulan, “vay be!” denilen türden
edimler değildir. Hatta o günlerde üzerinde en az konuşulan şeylerdir. “İnsanı ve insana dair
her şeyi sevme” etkinliğidir öğrendiklerin. Ama öyle bir öğrenme ki,
kişiliğini, bilincini oluşturur. Bilinç altına yerleşenler; Öğretmen olmanın da “olmazsa olmaz” koşuludur.
Ve eğer öğretmen bu bilinci içselleştirmişse anlamlıdır hangi eğitim modelini,
hangi eğitim tekniklerini, hangi eğitim yöntemlerini uygulayacağın. Ve bu
bilincin oluşmasına yön veren de yaşanılan koşullardır.
Ki o yıllar, yeni cumhuriyeti kurma rüzgârının
hala estiği yıllardır. Üstüne bir de 27 Mayıs’ın özgürlükçü, halkçı rüzgârı
eklenmiştir. Elbette engellemeye çalışanlar da vardır bu etkinlikleri. Ama tüm
engellere karşın, eğiten ne için
eğittiğini, eğitilen niçin eğitildiğini bilmektedir.
“Eğitim – Öğretim” etkinliği gereksinim
duyulan “insan” ı yaratma eylemidir. O nedenle “siyasi iradeden” bağımsız düşünülemez.
Buna karşın özellikle Türkiye gibi ülkelerde sosyal ortamın yarattığı
“toplumsal direnç” ten bağımsız da düşünülemez. Siyasi irade, yani yöneten
sınıfların yaratmaya çalıştığı insan, kârlılık düzenini devam ettirecek
insandır. Oysa toplumsal direncin yaratmaya çalıştığı insan, “gerçek insan”
dır. Etiyle, kemiğiyle en önemlisi de beyniyle var olan insan. Yani üretici,
yaratıcı, özgür, demokrat insan. O nedenle siyasi iradenin “tutucu” hedefleri
ile toplumsal direncin “devrimci” hedefleri çatışma içindedir. Hedefler farklı
olduğu için de, eğitime yön veren düşünüşler bütünü olan “eğitim felsefesi” nin
yönetenler ve direnenler için aynı
olmasından söz edilemez. Zaman zaman uzlaşmaların öne çıkması da bu genellemeyi
değiştirmez… Sonuçta “eğitim felsefe” si yaşanan siyasi süreçten ve bağlı
olarak da eğitim sürecinden bağımsız düşünülemez.
TÜRKİYE’ DE EĞİTİM SÜREÇLERİ
Türkiye’de eğitim
yaşanmışlığını üç ana süreçte ele almak uygundur kanımca:
Birincisi 1920 – 1945 yıllarını kapsayan
uluslaşma süreci, İkincisi 1945 – 1980 yıllarını kapsayan dış müdahaleler ve
darbeler süreci, üçüncüsü 1980’ lerden başlayan küreselleşmeci – liberal süreç.
Uluslaşma Süreci
Sürece yön veren,
bağımsızlık zaferinin devamında “Yeni Cumhuriyeti” ve “Yeni Cumhuriyetin
İnsanını” yaratma hedefidir. Ve bu saptamada eğitimin payına düşen “ Yeni
Cumhuriyetin İnsanını Yaratma” saptamasıdır. Mustafa Kemal’ in söylemiyle ülke
“Çağdaş Uygarlık Düzeyine” ne çıkmalıdır. Bu da ancak eğitilmiş bir toplumla
olanaklıdır. Eğitim politikalarına, eğitim felsefesine yön veren temel düşünüş
budur. Ve bu süreç her alanda olduğu
gibi eğitim alanında da yeniden yapılanma hatta “hiç yoktan yapılanma” yı
gerektirmektedir. Bu nedenle atılımcıdır, devrimcidir. Bağlı olarak da
özgürlükçü, demokrat ve savaşımcıdır.
Bu dönemin devrimci tutumuna
en çarpıcı örnek, 1920 yılında maaşlarını alamadıkları için derslere girmeyen,
okulları kapatan yani “grev” yapan öğretmenlere karşı savaş meclisinin aldığı
tutumdur. Meclis eğitim ve öğretime verdiği önem nedeniyle askere bile almadığı
öğretmenlerin “grev” ini haklı bulur, hiç birini “Taksim’ de sallandırmaz.”
Milletvekillerinin tümü Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur’ u eleştirir. Eleştirinin
de ötesinde Milletvekillerinden Ragıp Bey: “… Binaeleyh istihzaya çekilecek
yalnız Maarif Vekili değil, Heyeti Umumiyenizdir ( Bravo sesleri ). İstifa
etmesi lazım gelirse, yalnız Maarif Vekili değil hepimiz istifa edelim. Bu
mesele gerek Maarif Vekaletinin, gerek Büyük Millet Meclisi’nin nâsieyi pakında
bir lekedir (artan alkışlar ).”
Devrimci atılımlar
Cumhuriyetin ilânı ile hız kazanır. Halkın neredeyse tamamı okuma yazma bilmez.
Köylerde okullar yoktur. Şehirlerde de yetersizdir. Öğretmen yoktur. Birkaç
Üniversite vardır. Onlar da çok yetersizdir. Ve bu koşuların değişmesi öyle bir
iki iyileştirme ile çözülecek sorunlar değildir. Çözüm topyekün hareketi
gerekli kılar ve seferberlikler başlar… Okuma yazma seferberliği, öğretmen
yetiştirme seferberliği, üniversiteleri çağdaş yapıya dönüştürme seferberliği,
yurt dışına öğrenci gönderme seferberliği…
Kısıtlı maddi olanaklara
karşın köylere halkın da desteğiyle okullar yapılır, okullar açılır. Öğretmen
yetiştirmek için; öğretmen okulları, Köy Enstitüleri, Yüksek Köy Enstitüleri kurulur.
Halka okuma yazma öğretmek için; Millet
Mektepleri, askeri birimlerde okuma-yazma taburları “Ali okulları” kurulur.
Kültürel yapıyı geliştirmek için; halkevleri,
halk odaları, illere tiyatrolar açılır.
Ziraat Mektepleri, Sanat Mektepleri,
Üniversiteler… Bunların tümü devrim niteliğinde atılımlardır. Daha önce de
belirttiğimiz gibi para yoktur, pul yoktur ve de borç çoktur…
Bu girişimlere yön veren işte bu yok sayılan
ulusu “ yeniden yaratma” felsefesidir. Bu süreç ulus olma bilincini geliştirir.
Cumhuriyete sahip çıkacak kadroları yaratır. Feodal yapı sarsılmaya başlar ve
doğal olarak karşıtını geliştirir. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kriz
ortamını da fırsat bilen feodal işbirlikçi yapı güçlenir. 1940-1945 yıllarını
kapsayan bu süreç Cumhuriyeti savunan güçlere karşı, giderek güçlenen
işbirlikçilerin iktidarı ele geçirme savaşına sahne olan yıllarıdır.
İşbirlikçilerin en çok üzerine gittiği alan da atılımların en hızlı geliştiği
alan olan eğitimdir. İktidarda olan CHP güçlenen Demokrat Parti’ ye ödünler
vermeye başlar. Köy Enstitülerinin kapatılması, Milli Eğitimden ilerici
kadroların tasfiyesi bu sürecin sonucudur. Sürecin son beş yılı dengelerin
değiştiği yıllar olur. Bir yanda halkçı devrimci güçler vardır, diğer yanda
feodal- işbirlikçi güçler.
Son
beş yılda geri atılımlar boy verse de bu sürece genel olarak damgasını vuran,
ilerici atılımlardır. En somut örneğini de Köy Enstitülerinde bulur. Köy Enstitüleri
hızlı bir değişime neden olur. Köy Enstitüleri benzeri atılımlar Türkiye’ nin
aydın potansiyelini de değiştirir.
Cumhuriyet öncesinin burjuva-bürokrat aydınları yanında halk kökenli
aydınların ( sanatçı, politikacı, bilim adamı…) sayısı hızla artar. Eğitime yön
verenler de artık bunlardır. Mustafa Necati’ler, Hasan Ali Yücel’ ler, İsmail
Hakkı Tonguç’lar…
Darbeler Süreci
1945 İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ve
Amerika’nın tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’ye de müdahil olmasıyla başlayıp,
askeri darbelerin yaşandığı ve son askeri darbeye yani 12 Eylül 1980 e dek
süren süreç. Bu süreci üç dönem halinde
ele almak gerekir.
Birinci dönem 1946
Demokrat Parti ( DP ) nin kurulmasıyla başlar. Çok partili sisteme geçiş, demokratikleşme yönüyle çok önemli bir atılım
olmalıydı. Ama ne yazık ki bu olumlu başlangıç bugün bile içinden çıkılamayan
açmazların başlangıcı olmuştur. Çünkü politik yaşamda feodal ve emperyalist
birliktelik öne çıkmıştır. Demokratik
söylemlerle kurulan DP, iktidara geldiği 1950 yılına dek iktidardaki CHP den
ödünler koparmış, iktidarı aldıktan sonra da kendi sivil diktatörlüğünü kurmaya
girişmiştir. Ve adeta sonra gelen askeri darbelere meşruiyet kazandırmıştır. O
günden sonra da Türkiye’de “demokrasi” isteklerinin sonu gelmemiştir.
Her alanda hâkimiyet kuran
DP diktatörlüğü, eğitim alanında da tasfiyelere kıyımlara girişmiştir.
Cumhuriyet döneminin devrimci atılımları durdurulmuş, tarikatlarla işbirliği
yapılmış, okullara din dersleri konulmuş, 1952 de Halkevleri, 1954 de Köy
Enstitüleri kapatılmıştır. Baskılardan en büyük payın düştüğü alanlardan biri
de üniversiteler olmuştur. Arkasında 27 Mayıs 1960 askeri darbesi…
İkinci dönem, 27 Mayıs
1960 darbesiyle başlayıp 12 Mart 1971 darbesine dek süren dönem. 27 Mayıs her
ne kadar askeri darbe de olsa bu dönem, görece özgürlüklerin yaşandığı dönemdir.
Demokrat Parti Diktatörlüğüne son veren 27 Mayıs’ın en olumlu yanı belki de 60
Anayasası diye anılan ilerici anayasanın yapılmış olmasıdır. Bu anayasanın
özgürlükçü yapısı sayesinde demokratik örgütlenmeler boy vermiş,
sendikalar, kitle örgütleri, Sosyalist
Partiler kurulmuştur. Sosyalist İşçi Partisi 1965 seçimlerinde 15
milletvekiliyle meclise girmiştir. Bu özgürlükçü yapı sayesinde sosyalist
düşünceyle doğrudan tanışan Türk Aydını daha ileri, daha devrimci ve daha
savaşımcı bir yapıya kavuşmuştur. Bu yapının oluşmasında Amerika’ nın doğrudan
küstahlıklarının da büyük yararı olmuştur.
27 Mayıs rüzgârı eğitim
alanında da karşılığını bulmuş, yurtsever devrimci öğretmen yapısı hızla
gelişmiş, öğretmenler örgütlenmiş, öğretmen mücadelesi örgütlülüğü ve
kitleselliğiyle toplumsal mücadelenin en etken unsurlarından biri olmuştur. 60
Anayasasının kamu çalışanlarına tanıdığı hakla Öğretmenler Sendikası
kurulmuştur.
Türkiye Öğretmenler Sendikası ( TÖS ) nın kuruluş
yılı 1965 tir. TÖS kısa sürede öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunu kucaklamış, 4-8
Eylül 1968’de de görkemli Devrimci Eğitim Şûrasını toplamıştır. Okul hizmetlilerinin, öğretmen
temsilcilerinin, sanatçı, bilim adamı, aydınların katılımıyla gerçekleşen bu
toplantılar eğitim tarihi için de çok önemli bir yere sahiptir. Beş gün boyunca
süren şûra çalışmalarında; ülkenin emperyalizmle ilişkisinden, sosyoekonomik
yapının tahliline, öğretmenlerin özlük haklarından, öğrencilerin beslenme
sorununa hatta çocuğun tuvalet eğitimine varıncaya dek her şey tartışılmış,
sonuçlar bildirilerle halka duyurulmuştur.
Şûra sonunda “ Devrim İçin Eğitim” ilkesi benimsenmiştir.
Hemen ertesi yıl yani 1969 yılında TÖS’ ün
uyguladığı Öğretmen Boykotu’ na 100.000 in üzerinde öğretmen katılmış,
öğretmenler eğitimle ilgili sorunları halkla paylaşmıştır.
Sonuçta bu dönem mücadelenin
eğitim alanında da güçlü olduğu yıllardır. Eğitim politikalarını her ne kadar
iktidardaki işbirlikçi egemen güçler belirlese de, uygulama alanındaki direnç
halk güçlerinin çeşitli mevziler kazanmasına yol açmıştır. En azından egemenlerin
“istedikleri gibi at oynatmalarına” izin verilmemiştir.
Üçüncü dönem ise, 12 Mart 1971
darbesiyle 12 Eylül 1980 darbesine kadar devam eden dönemdir. 12 Mart Darbesi,
27 Mayıs Darbesinden farklı olarak, halkla bütünleşme yönünde ilerleyen
devrimci güçlere karşı yapılmıştır. Direnen sadece aydın ve gençlik hareketleri
değildir çünkü. İşçiler, köylüler, memurlar da direnmektedir. 12 Mart’ da sol
örgütler, partiler, sendikalar kapatılır. Devrimcilere karşı adeta sürek avı
başlatılır. Devlet açık bir militarist çizgidedir artık. Bir süre sonra
darbeciler yönetimi sivillere bırakmış görünseler de bu siviller askerleşmiş
işbirlikçilerdir. Devletin militarist yapısı Amerikan destekli sivillerce
sürdürülür.
Sokağı da boş bırakmaz bu
arada darbeciler. Halkın direnme mekânlarıdır sokaklar. Yani fabrikalar, Semtler,
Okullar, Köyler… Halkın direncini kırmak için sivil faşistleri destekler ve
örgütler. Halkı etnik temelde, mezhep temelinde bölmeye girişir. Katliamlara
varan saldırılar bu dönem boyunca devam eder. Bu katliamların baş aktörleri
Amerikan çıkarların savunan sivil faşistlerdir.
Öğretmen hareketi de bu kıyımlardan nasibini
alır. TÖS yargılanır ve kapatılır. Yöneticiler cezalara çarptırılır. Birçok
öğretmen meslekten atılır. Hedef devrimci öğretmen mücadelesini yok etmektir.
Ama öğretmenler tedbirlidir. Hemen yerine TÖB-DER’i kurarlar. Eğitim alanındaki
mücadelenin yeni adı “TÖB-DER” dir artık.
İlginçtir ki yeni kurulan
TÖB-DER’ in üye sayısı TÖS ten daha fazladır. Türkiye çapında eylemler yapılır.
1978 de Devrimci Eğitim Kurultayı toplanır. Ancak Devrimci Eğitim Şûrası kadar
etkili olmaz. Bunun iki temel nedeni, yaşanan kargaşa ortamı ve sol
örgütlenmeler arasındaki ayrılıklardır. Çünkü ayrılıklar yer yer çatışmalara,
düşmanlıklara kadar varmıştır. Bu nedenle de savunulan halkçı eğitim
politikaları yeterince etkili olmaz. Öyle olunca da eğitim felsefesini,
devletin militarist politikaları belirler bu dönemde.
12 Mart diktatörlüğünün
beceremediği şeyse, yükselen işçi köylü hareketlerini bastıramamasıdır.
Diktatörler bu nedenle açmazdadır. Yeni ve acımasız bir girişimde bulunurlar.
12 Eylül 1980 de yeniden darbe yaparlar.
Muhafazakâr - Liberal Süreç
Öyle bir darbedir ki 12 Eylül. Artık
hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çok daha planlı, çok daha organize. Çünkü
Türkiye emperyalist hakimiyet için çıban başıdır. Solcusuyla ve halkıyla.
Türkiye halkında
yurtseverlik bilinci güçlüdür. Sağ partilere oy vermesine karşın.
Türkiye sosyalistlerinin
önemli bir kısmı da yurtsever ve sosyalisttir. Özellikle solun yurtsever
kimliği halkın sempatisini toplamaktadır. Ayrıca neredeyse her ailede faşist
saldırılardan, darbelerden zarar görmüş bir devrimci vardır. Bu nedenle de sola
karşı ön yargılar giderek azalmaktadır.
O nedenle iki sorunu çözmek gerekiyordu
Türkiye’ yi hizaya getirmek için. Birincisi
halktaki bağımsızlıkçı, Kemalist duyguyu köreltmek. İkincisi Türkiye
Devrimcisi’ nin yurtseverlikle bağını kesmek. Birincisinin yerine yani halktaki
yurtseverlik bilincinin yerine islâmı koydular. İkincisinin yerine yani solun
yurtsever kimliğinin yerine liberalizmi. Denilebilir ki; “İslamcılık ile liberalizm uzlaşabilir mi?” Senaryoyu
hazırlayan tekse ve güçlüyse evet. Eğer yeterince iyi senaryo hazırlamışsan ve
çok paran varsa taşları bağlar, parasını verdiğin adamları koyverirsin olur
biter. Öyle de oldu. Ve Türkiye tarihinde yaşanmadığı kadar açıktan
işbirlikçilik yaşanmaya başlandı.
Önce 12 Eylül 1980
darbesiyle halka ve devrimcilere saldırdılar. İdeolojik söylemleri
“Atatürkçülük” “!” tü. Milliyetçi, militarist söylemler sardı ortalığı. Tarih
kitapları Milli Tarih, coğrafya kitapları Milli Coğrafya oldu. Eğitim kurumlarına militarist söylemler ve
milliyetçi kadrolar hakim oldu. Ama bu
bildiğimiz “arı” milliyetçilik değildi. İslamcılıkla harmanlanmış
milliyetçilik. Hani “Türk-İslam” dedikleri türden. Eski milliyetçiliğin anlamı
kalmamıştı artık. Kullanım tarihi dolan MHP de ciddi bir darbe aldı bu
saldırılardan. Öyle ki liderleri Türkeş bile şaşırdı. “Fikirlerimiz iktidarda
biz hapisteyiz” diyerek.
Daha sonra iktidarı “sivil” lere bıraktılar.
Artık darbeci ordunun da görevi bitmişti. Ordunun da militarist yönü yeterince
kullanılmıştı. Ordudaki “ulusalcılık” yani yurtseverlikle, “militaristlik” arasındaki
ince çizgi tehlikeliydi. Her an ulusalcı yan öne çıkabilirdi. Hatta çıkıyordu
da. Ordu içinde direnmeler bile başlamıştı. Irak’ın işgalinde, Amerika’yla
ilişkilerde. Bir de ordunun lâiklik konusundaki tutumu “ılımlı İslam” için
sorundu. O nedenle ordu hizaya getirilmeli, ayıklanmalı bunun için de gözden
düşürülmeliydi.
İşte o koşullarda islâmı daha da parlattılar. 12 Eylül’ den beri
besledikleri islâmı... Yedeğinde de liberalleri yani “ Amerikancı - özgürlükçü
solu.” Onların arka planına da “ demokratlaşan” bazı eski “solcu” ları
yerleştirdiler. Siyasi plandaki bu fotoğrafın ekonomik alandaki görüntüsünü de
ihmal etmediler. Özelleştirmeler ekonomiye hakim oldu. Bir de hızla yükselen
İslamcı sermaye.
Serüven devam ediyor. Doğrudan
ve pervasızca. Hedef kârlılık düzenini devam ettirmek ve devleti tümüyle ele
geçirmek.
Ekonomideki İslamlaşma –
liberalleşme akımı eğitim alanında da özel okullar, özel üniversiteler dönemini
başlattı. Eğitim piyasalaştı. Öğretim birliği ortadan kalktı. Okullarda
militarist söylemlerin yerini dinci söylemler almaya başladı. Ana okullarından
üniversitelere dek tüm eğitim kurumları birer yatırım alanı oldu. Bir de
islamcı militan kaynağı. O nedenle bugün “eğitim felsefesi” İmam Hatip’lilerin
ve türbanın “özgürlüğüne” bir de ana dilde eğitime sıkışmış durumda. Ve adım
adım da bilim dışı söylemler, dini yapılanmalar eğitime hakim olmaktadır.
NEREYE DOĞRU
Yukarıda kabaca ortaya
koyduğumuz süreçler esas olarak siyasi süreçleri ve dolaylı olarak da siyasi değişimlerin sosyal hayata
yansımaları göstermektedir. Siyasi süreçlerin eğitim alanına yansıması ise
biraz daha farklı olmuştur. Tutucu, gerici, işbirlikçi yapılar tüm çabalarına
karşın ilk iki süreçte (uluslaşma ve darbeler) eğitimi tümüyle denetim altına
alamamışlardır. Çünkü aydınlanmacı, devrimci direnç odaklarını tümüyle yok edememişlerdir. Zaman zaman
militarist, zaman zaman tarikatçı, zaman zaman piyasacı politikalar öne çıksa
da eğitim politikaları istedikleri rotaya tam olarak oturmamıştır. Ve şunu
öğrenmiş olmalılar ki çok yönlü saldırmadan ve bilinçleri iğdiş etmeden
istedikleri eğitim uygulanamaz. 12 Eylül Darbesiyle birlikte eğitim felsefesini
kökten değiştirmeye yöneldiler. “Düzeltme” stratejisi yerini “yıkıp yeniden
yapma” stratejisine bıraktı.
12 Eylül’le başlayan “laiklik dinsizlik
değildir” söylemleri ve 12 Eylül ordusunun uçaklarla dağıttığı dini “birleştirici unsur” olarak gören “ Türk – İslam” temelli bildiriler, kökten strateji değişikliğinin başlangıcıdır. Bir de “Atatürkçülüğü” faşist uygulamaların
perdesi olarak kullanmak. Strateji değişikliğinin ilk adımının ardından da
“sivil iktidar” söylemleri gelir.
Ne kadar da
“anti militarist” ne kadar da “demokratiktir” bu söylem! O gün bugündür,
“demokratiklaşme”, “özgürlükçülük” söylemleri dillerden düşmez. Türban
özgürlüğü vardır bu söylemlerde, tarikat özgürlüğü vardır, etnik özgürlükler
vardır, mezhep özgürlükleri vardır. Ama çalışma özgürlüğü, emeğin özgürlüğü yoktur her nedense? Bu
söylemlerle Türkiye yeni bir başlangıca yelken açar. Bu başlangıç “devleti
yeniden yapılandırmaktır.” Böyle olunca
da mevcut tüm kurum ve kurallar yeniden yapılandırılacaktır. Yeniden yapılandırma
da eskiyi yıkmaktan geçer. İslamcı – liberal birlikteliğinin temelinde yatan da
bu yıkıcılıktır. Tarih yeniden yazılmaktadır artık.
Ve
hedef Orta Doğu, İslam Coğrafyası ve Uzak Doğu için yepyeni “dinamik” bir
devlet oluşturmaktır. Halkını iyi güden devlet. Komşularına haddini bildiren
devlet. Batının çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarından daha iyi kollayan
devlet. Zengini hakkını yetime yedirmeyen devlet! Tam da Kıvılcımlı’ nın
deyişiyle “Ceberrut Devlet” !
Ve bu “devlet”in istediği her
şeyi yapan, cumhuriyet, bağımsızlık gibi “saplantı”lardan arınmış “ordu”. En militaristinden en dinamiğinden
bir ordu! İsrail Ordusu örneği. Ordu ile Devlet Yönetiminin iyi harmanlandığı
en iyi örneklerden biridir İsrail… “İyi örnek” olmaya yeni aday ise Türkiye ve
Türkiye’nin ordusudur. Bu ülkede bunca
kıyamet boşuna kopmuyor olsa gerek!
Hal
böyle olunca da son yıllarda Türkiye’de eğitim ve eğitim felsefesi “gerisi
teferruat” a giriyor.Üniversitelerin geldiği noktaya, ilk ve orta öğretimdeki
uygulamalara, öğretmen yetiştirmede nerde olduğumuza bakıldığında haklılığımız
ortaya çıkacaktır.
Kim
söylebilir ki üniversitelerimizin bilim yapılan özerk kurumlar olduğunu.
Üniversitelerin aydın insan yetiştirdiğini. Üniversiteler liseleştiriliyor,
üniversite hocaları “öğretmenleştiriliyor.” Kampüsler iş merkezlerine dönüştürülüyor. Son yıllarda hızla artan fal kahvelerinin
büyük çoğunluğu üniversite çevrelerinde konumlanmış durumda. Günün “aydın” ı
falcı peşinde. Medyum’dan medet uman politikacılar, profesörler var. Özel
üniversiteler aldı başını gidiyor. Fakülte üstüne fakülte ve akla hayale
gelmiyen bölümler açılıyor. Gerek devlet
gerekse vakıf üniversiteleri müşteri
kovalayan işletme konumunda. Her birinin “batı”da türlü türlü bağlantıları, “denklik” leri
eksik değil. Aralarındaki rekabet
mahalle bakkallarında bile yok.
Kim
söyleyebilir ki ilköğretimde ortaöğretimde çağdaş eğitim-öğretim uygulandığını.
“Kendi okulunu kendin yap” kampanyası saçmalığıyla devlet olarak yükü onun
bunun himmetine terk edersen olacağı budur. Lise giriş sınavlarıyla, üniversite
giriş sınavlarıyla okulları “at haraları”na, memleketi “hipodrom” a çevir sonra
da eğitim modelini çağdaşlaştırdık masalıyla insanları uyut.
Kim
söyleyebilir ki Milli Eğitim’de kitap sorunun çözüldüğünü. Ortaöğretimde
kitapları devlet verecek denildiğinde “vay be” dedik. Biraz da kıskançlıkla…
Biz savunmuyor muyduk yıllardır eğitimin parasız olması gerektiğini. Ancak
sonradan öğrenildi ki, amaç yandaşlara para kazandırmakmış.
En
önemlisi de kim söyleyebilir ki iyi öğretmen yetiştirildiğini ve öğretmenin
özlük haklarının verildiğini. Bırakın özlük haklarını, hince politikalarla
öğretmenin “iş güvencesi” bile gasbedildi. Mevcutları yetmiyormuş gibi hala yeni eğitim
fakülteleri alçılıyor. Bir de fen-edebiyat fakültelerine göstermelik “pedagojik
formasyon” verip öğretmen “!” yetiştiriliyor. Atama bekleyen öğretmen sayısı on
binleri buldu. Öğretmenin akîbet
sarhoşluğu diplomasını alır almaz başlıyor. Önüne bol bol sarhoşluk
aşamaları sıralanıyor.
Sarhoşluğun ilk aşaması devlete
kapağı atmak için sınava girmek saçmalığı. Diyelim ki sınavda başarılı oldunuz.
O durumda da “kadrolu” mu “sözleşmeli”
mi atanacağım sarhoşluğu ile yüz yüzesiniz. Kadrolu atanırsanız çok iyi! Sözleşmeliyseniz gelecek yıllarda akîbetinizin belli değil. KPSS
denilen sınavda yeterli puanı alamadıysanız otomatik olarak ikinci sınıf
öğretmensiniz. Hedefiniz ikinci aşama…
İkinci aşama özel kurumlara
kapağı atma aşaması. Üç beş para maaşla… Günde 10 – 12 saat “çalışma garantisi”
ve haftada en az 60 saat çalışma süresi. Bir özel kuruma kapağı atmak da önemli
bir şans. Ama ne zamana dek?
Üçüncü aşama mevzi koruma
aşaması. Eğer bir yere kapağı atmışsan, devamını getirmelisin. Râkibinin çok
olduğunu bileceksin. En iyi arkadaşın en acımasız râkibin olabilir. Ondan iyi
olmalısın. Ne isterlerse yapmalısın. Patronun gözüne girmelisin. Çok parada
gözün olmamalı. Adın “aç gözlüye” çıkabilir. En önemli aşama da “öğrenci memnuniyeti” aşaması. Ne yapıp edip bu aşamaya “erme” lisin. “Esnaf-öğretmen” olduğun an mesleğin zirvesine
ulaşmış sayılırsın. Pedagoji bilimine rahmet!
Son aşama ise bunların “hiçbiri
olmazsa ne olacağı” aşaması. O aşamada da yeteneksizliğine yanacaksın. Ya
seneye tekrar şansını denersin ya da vazgeçip bir yerde sekreterlik, şoförlük
gibi bir iş bulursun. Daha sonraki yıllara Allah kerim.
Bu
arada devlet kadrosunda olup da özlük hakları için yürümeye kalkan öğretmenin
sırtında patlayan “demokrat” devletin copundan söz etmeyi de geçmeyelim. Devletin
kadrolu öğretmenine haksızlık olmasın.
Çok
mu negatif söylediklerim? Ama gerçek bu.
Söylediklerim olumsuzlukları öne çıkarıyor biliyorum. Yazının girişinde 40 yıl
önce öğretmenin nasıl yetiştirildiğini örnekledim. Devamında da bu yetiştirilen öğretmenin eğitime nasıl
sahip çıktığını. Neleri göze alarak…
Bugün yaşanan olumsuzlukların, direnci içinde taşıdığını da biliyorum.
Üniversitelerde bilimi, bilim özgürlüğünü, demokratik üniversiteyi savuna
hocaların az olmadığını biliyorum. Ülkemiz
koşullarına uygun eğitim modellerine, eğitim yöntem ve tekniklerine kafa yoran,
uygulanması için savaşım veren eğitbilimcilerimizin olduğunu da biliyorum. Bilimsel yöntemlerden uzaklaşmadan kitap,
kaynak, araç-gereç üretecek yayıncılar da yeterince var ve tükenmeyecek. Hangi
yetersiz yöntemlerle yetiştirilirse yetiştirilsin hangi olumsuz koşullarla
karşılaşırsa karşılaşsın işinin gereğini
fazlasıyla yerine getirecek öğretmenlerimiz de var ve hep olacak. Yaşayarak öğrenecekler, geçmişten öğrenecekler,
öğrencilerinden öğrenecekler. Eğitim öğretimin ne olduğunu, öğretmen olmanın ne
demek olduğunu…
Adabelen Dergisi
MATEMATİK ÖĞRETMEK
MATEMATİK ÖĞRETMEK
Bir
şey öğretmek için iki noktada donanımlı olmak zorundasınız. Birincisi
öğreteceğiniz şeyi iyi bilmek ikincisi öğretmeyi bilmek. Elbette öğrettiğiniz
matematikse, matematiği öğreteceğiniz çerçevede iyi bilmek ve matematiği
öğretmeyi de bilmek zorundasınız. Ama öncelikle de matematiği sevmeli ve
öğretmeye sevdalı olmalısınız. “ Sevdalı olmak” lafı abartılı gelebilir
okuyanlara. Açıklayayım.
Bir Hasan
Abimiz vardı. Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu, emekli öğretmen Hasan Arabacı.
Aydınlanma adına hangi görev varsa Hasan Abi orada. Hasan Abi’yle sık
görüşüyoruz. Ve onun Köy Enstitüsü mezunu diğer öğretmen arkadaşlarıyla da.
1980’li yılların başları. 12 eylül zulmü toplumun üzerinden silindir gibi
geçmiş. Öğretmenler paylarına düşeni layıkıyla(!) almışlar. TÖB-DER
yöneticileri kıyılmış. Örgüt kapatılmış. İhtilâl lideri “hoca çocuğuyum” diye
ortalıkta dolaşıyor. Toplumda yılgınlık var. Herkes her an “hoca çocuğunun”
yeni kurbanı olabilir. Ama bizim Köy Enstitülü ağabeyler iflah olacak türden
değil. Her ay toplanalım diye bir karar aldılar. Yemekli toplantıları organize
etme görevini de bana verdiler. Bana ve Hamza ( Hamza Evrensel ) Abi’ye.
Her ay
toplanıp yemek yiyoruz. En az 40-50 kişi. En küçük olanları benim. Yaş farkımız
30 civarında. Hamza Abi ve ben dışında hepsi emekli öğretmen. Ama hala her biri
ya gazeteci, ya sanatçı ya da ne bileyim bir belediyede danışman, halkla
ilişkiler görevlisi…
İlk yemekli
toplantıda ilk dersimi alıyorum. Hepsi “en cici” elbiselerini giyip gelmişler.
Boyunlar kravatlı. Ben spor giyinmişim. Onların yanında kendimi biraz züppe
buluyorum. Af dilemek için söz alıyorum giysilerimden ötürü. Hemen lafımı
kesiyorlar. “Olur mu öyle şey? Sen gençsin. Yakışıklısın. Elbette yakışanı
giyeceksin” diye teselli ediyorlar. Arkasından da “sen olmasan bizim gibi
ihtiyarlar nasıl bir araya gelirdi” diyerek de beni onurlandırıyorlar.
Uzun süre
devam etti bu yemekler. Anılarını anlattılar. Günlük gelişmeleri tartıştılar.
Okudukları ve okumaya devam ettikleri kitapları, dergileri aktardılar. O denli
çoktu ki her birinin anlatacak şeyi! Dolu dolu yaşamışlardı çünkü dünü ve dolu
dolu yaşıyorlardı bu günü. Çünkü onların yaşamı karanlıklarla mücadele içinde
geçmişti. Ve onlar inanca dayalı toplumsal düzene karşı, bilime dayalı toplumsal
düzenin mücadelesini vermişlerdi. Yani onlar dogmatik bilgiye karşı bilimsel
bilgiye kararlılıkla inanan Tonguç’un çocuklarıydı.
Bu
toplantıların sanırım en kazançlısı bendim. Beni eğiten öğretmenlerin bana
verdiği öğretme tutkusu sanırım 12 eylül karanlığında gölgelenmişti.
Huzursuzdum o günlerde. Mutsuzdum, umutsuzdum. Hatta öğretmenliği bırakmayı
düşünüyordum. Onların yaşamaya ve öğretmeye olan sevdaları yetişti imdadıma. Kendime
geldim. Yenilendim. Ve matematik öğretmenliğini “nasıl yapmam” gerektiğini bir
kez daha anımsadım.
İşte bu yazıyı
yazarken onları anımsamamın nedeni,- hangi konumda olursa olsun- öğretmen
için “öğretme sevdası” nın
kalıcılığıydı. Bir de bir konu tartışılırken, konunun ele alınışındaki yöntem.
Yemek yediğimiz toplantılarda, bilmediklerini geçiştirmek bir yana daima
öğrenmekten yana tutum alıyorlardı. Hatta bir dahaki toplantıya kadar
araştırıp, yeni bilgilerle geliyorlardı. Her biri en az 60 yaşındaydı…
O nedenle bu
yazıda;
Deney, gözlem
ve algılara dayanan fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya gibi sentetik bilgilerin olgusal olmasına karşılık, mantığa
dayanan Matematik ve Felsefe gibi analitik
olan bilgilerin kavramsal olduğunu,
Bu nedenle
fizik, kimya dan çok, felsefenin matematiğe daha yakın olduğunu,
Kavramsal
olan matematiği, olgusal bilimlerden ayıran önemli özelliğin, matematik
önermelerin kesinliği olduğunu,
Olgusal olan
diğer bilgilerin güvenilirliğinin, matematiksel sonuçlara bağlı olduğunu ve bu nedenle
matematiğe dayanmak zorunda olduklarını göz önünde bulundurdum.
Yazarken de; matematiğin diğer bilimlerle olan ilişkisini,
matematiğin özelliklerini ve bağlı
olarak da matematik öğretmeyi ve nasıl anlatmam gerektiği ni
deneylerime- gözlemlerime bağlı olarak ele aldım.
Matematik ve Diğer Bilimler İlişkisi
Matematiği diğer bilimlerden
ayıran özellik, kavramsal olmasıdır. Kavramsal olduğu için de akla, mantığa ve
kanıta dayanır. Ancak, 3 ile 2’nin toplamının 5 ettiğini kanıtla dedikleri
zaman, 3 ceviz ile 2 cevizi yan yana getirip “al işte say ve gör, 5 ediyor”
dememiz kanıt değildir. Sadece bir deneydir. Bu deney, söylediğimizin
güvenilirliğini artırmaktan öte anlam taşımaz. On yıl sonra, bildiğimiz doğal
yapının değiştiğini ve cevizlerin her beş dakikada bir bölünüp çoğaldığını
düşünelim. O zaman iki ceviz iki ceviz olarak kalmayacaktır. Doğal olarak 3
ceviz ile 2 cevizin toplamı da 5 ceviz etmeyecektir. Oysa matematiksel olarak 3
ile 2’nin toplamı 5 etmeye devam edecektir. Çünkü matematik, algılanan dış
dünyanın, beyinde kurgulanıp kuram haline getirilmesine ve bazı kabullere
dayanır. Kurgulandıktan sonra ise dış dünyadan bağımsızdır. Artık kendi
ilkeleri ve iç tutarlılığı vardır. İşte bu nedenle kesindir.
Matematiksel kesinlik diğer
bilimlerin de güvenilirlik kaynağıdır. Örneğin; İnsan vücudunda genlerin
varlığı biyoloji bilimine ait bir bilgidir. Ancak insan vücudundaki genlerin
çokluğunu yani sayısını söylemek bilgiyi kesinliğe doğru taşır ki bu da işin
içine matematiğin girmesini ve dolayısıyla bilginin güvenilirliğini artırır. O
nedenle matematik, sentetik bilginin güvenilirliğinin de vazgeçilmez gereksinimidir.
Ölçümler gerçeğe ne denli yakınsa bilgi o denli güvenilirdir. Yine de bu
güvenilirlik, içinde her zaman kesin olmamayı taşır. Ancak bu kesin olmamanın
nedeni matematik değil, sentetik bilginin kendisidir.
Taşın bir yükseklikten bırakılması
halinde düşeceğini biliriz. Çünkü onlarca, yüzlerce, binlerce kez böyle
olmuştur ve gözlemlenmiştir. Ama tüm bunlara karşın… nci seferde düşeceğinden
emin olamayız. Birdenbire yer çekiminin ortadan kalktığını düşününüz. O anda
taş düşmeyecektir.
Oysa matematikte bu tür kuşkulara
yer yoktur. Yukarıda söylediğimiz gibi matematik, doğadan ve doğanın
olgularından bağımsızdır. İnsan aklının ürünüdür. O nedenle kusursuzdur. İnsan
beynindeki doğrunun doğada karşılığı yoktur. Beynimizdeki doğru hiç pürtükleri
olmayan doğrudur.
İnsan aklının oluşturduğu matematiksel sistem
temel kavramlara ve aksiyomlara dayanır. Öklid Aksiyomları gibi.
Sentetik bilgiye ulaşmanın
yolunun algı, deney gözlem olmasına karşılık, matematiksel bilgiye ulaşmanın
yolu:
a) Kavramları ve kavramların ( terim, tanımsız
terim, aksiyom, postulat - ön doğru-, varsayım, teorem, ispat… ) anlamlarını,
b) Çıkarımda bulunmayı ( teorem kanıtlamak ) bilmekten geçer.
Sentetik ve analitik
bilgilerin tümü birer yargıdır. Ama sentetik yargıların en doğru olmasına
karşılık, analitik yargılar doğrudur.
Matematiğin Özellikleri
1.
Kavramlara
dayanır.
Matematik öğretmenleri sık sık “ ben hiçbir şey anlamadım” tepkisiyle
karşılaşır. Bir öğretmen için hiç de hoş olmayan, olumsuz hatta acıtıcı bir
tepkidir bu. Tepkiyi alanın tepkisi ne olur düşünmeye çalışalım:
“ Densiz çocuk !”. Bu ilkel bir tepkidir.
Herhangi birisinin tepkisi olabilir ama öğretmenin tepkisi olamaz. Bu tepkide pedagojik
hiçbir yan yok. Neden pedagojik değildir? Çünkü düşünülmüş bir tepki değildir
ve bu tepkinin arkasından “acaba neden anlamadı” sorusu gelmez. Sadece
kızgınlığı ifade eder. O nedenle pedagojik değil, ilkeldir.
“Sen aptalsan ben ne yapayım. Herkes anladı
!”tepkisi. Bu tepki ilkelliğin de ötesinde bir şey. Aynı zamanda kaba ve
hatta ahlâki değil. Bu tepki iki yanıyla sorgulanmalı. Birincisi, öğrenci
gerçekten kavrayış zorluğu içinde olabilir. O zaman pedagojik yaklaşım “o” nun
kavrayış düzeyine göre anlatmayı gerektirir. İkincisi “aptal”, “geri zekâlı”
gibi sözcükler öğretmenin sözlüğünde yoktur. O nedenle bu tepki de bir eğitimci
tepkisi olamaz.
Bu tavrın bir örneğini yıllar önce öğretmen olarak çalıştığım bir lisede
yaşadım. Mesleğinin ikinci yılında olan genç bir bayan öğretmen arkadaşım, ders
çıkışında hışımla öğretmenler odasına girdi. Elindeki ders defterini masanın
üzerine atarak kızgın ve de daha çok çaresiz bir ifadeyle “ bunlar geri zekâlı.
Üç kez anlattım. Yine anlamıyorlar!”. Bunları söylerken bana bakıyor, belli ki
onayımı bekliyordu. Ben “iki yıl önce de senin için aynı şeyi söyleyenler
vardı. Sen de öğrenciydin” dedim. Yanıtım sert hatta acımasızdı. Ama çarpıcıydı
ve arkadaşımın bana kırılmayacağını biliyordum. O sakinleştikten sonra konuyu
nasıl anlatacağımızı birlikte yeniden ele aldık.
“Çoğunluk anladı. Sen git tekrar
et !” tepkisi. Daha insancıl ama altında “görev savma” anlayışını
barındıran bir tepki. Neden anlamadı
sorusu gereksiz görülüyor. Çözüm öğrenciye bırakılıyor. Sorun, öğrencinin
tekrarıyla belki çözülebilir. Ama yaklaşım; yanlış olmasa bile yine de
yetersiz.
“Tamam. Sen tepkini açıkça
söyledin. Birlikte, neden anlamadığını araştıralım !” tepkisi. Her hangi
birisi için fazla dervişçe gelebilir ama eğitimci için doğru olan tepki budur.
İşbirliği içerir ve çözüm mutlaktır.
Bir öğrencinin anlatılanı anlamamasının altında yatan en önemli neden
kavramların içselleşmemesidir. Bir konu anlatılırken birçok kavram sıralarız.
Sıralarız da kavramların yerli yerine oturup oturmadığını birçok kez atlarız.
Bizim algımıza göre basit olan kavram, öğrenci için yenidir algılanması ve
içselleşmesi için zamana gereksinim vardır. Özellikle matematiğin kavratılma
sürecinde kavramlar için harcanacak zaman, kayıp zaman değildir. Kavramlar
bilinmezse matematik yapılamaz.
“ Bir buçuk ay uzay geometri dinledim. Bir şey anlamadım. Ama soruların
hepsini yaptım.” Bu söylem, kavrama yeteneği çok yüksek olan bir öğrencimin
söylemiydi. Bana okulunda yaşadığı bir sınavda yaşadığını anlatıyordu. Sevimli
bir şımarıklıkla. Anlamadığı konunun sınavında tüm soruları nasıl yapmıştı? Birlikte
başarının nedenini tartıştık. Öğrenci akademik olarak ifade edemese de konunun
öğrenilmesi için gerekli olan ön kavramları biliyordu. Bu güvenle, yeni konuya
ilişkin kavramları iyi dinlememişti. Sonucunda da ipin ucunu kaçırmış, konuyu
bütünlüklü kavrayamamıştı. Buna rağmen, kavrayış ve yorum yeteneğiyle soruların
tümünü doğru yanıtlamıştı. Elbette burada soruların niteliği de önemliydi.
Sanırım biraz da şansı ona yardım etmişti.
2.
Çıkarımlara
açıktır.
İnsan
aklı olgulardan bağımsız olarak sürekli üretim ve gelişme seyrindedir. Bu edim
daha çocukluktan başlar. Bilinenden bilinmeyene ulaşmanın en güzel yoludur
akıl. Bir arkadaşımın çalmak kavramını bilen ama hırsızı bilmeyen iki- üç
yaşlarındaki çocuğunun hırsıza “çalancı” demesi çok hoş bir yakıştırmaydı. Yine
üç- dört yaşlarındayken üçgen, dörtgen kavramlarının kenar ya da köşe sayısı
ile bağını kuran çocuğumun “V” harfine “ikigen”, “I” ya “Birgen”, “İ” ye
“noktalı birgen” yakıştırması da çocuk aklının yaratıcılığının güzel bir
örneğidir.
Bir
başka güzelliği de fonksiyon konusunu anlattığım bir lise sınıfında yaşamıştım.
Ama bu örnekte akıl, mantık ve matematik bir aradaydı. F(x) = ax2+bx+c
ikinci dereceden fonksiyonunu tartışmış ve analitik düzlemde grafiğini
çizmiştik. Bu fonksiyonun bir gerçel sayıya (
f(x) = 2 gibi ) karşılık gelmesi halinde denkleme dönüşeceğini
sezen bir öğrencim; “f(x) = 0 olduğunda yani fonksiyon 0’ a eşit
olduğunda, bu durum fonksiyonun grafiğinin yatay ekseni kestiği noktaları
göstermez mi?” çıkarımında bulunmuş arkasından da bir başka öğrencim, yarı
muzur bir anlatımla ve kendini benim yerime koyarak; “ Aaa hakkaten doğru. Aferin sana.” Dedikten sonra; “ Eee peki fonksiyon sıfırdan
büyükse ( f(x) > 0 ) grafikte o neyi gösterir?” sorusunu
sormuştu. Benim, “sence neyi gösterir? “ soruma karşılık da; “ Grafiğin yatay eksenin
üzerinde kalan kısmını” yanıtını vermişti. Tam da benim gelmek istediğim
noktaya gelmiştik. Yani amaç gerçekleşmişti. Ardından düşünüşlerde olabilecek
yanlışları tartışmaya başladık… Ama önemli olan öğrencilerin çıkarımda
bulunması ve transfer gücüydü.
3.
Transfere açıktır ve çoğunlukla yaşamsal karşılıkları vardır.
Yukarıda
matematiğin kendi içindeki bir transfer örneği verdik. Türevin fizikte
kullanımı gibi daha birçok örnek verilebilir. Yine matematik konusu olarak
anlattığımız Modüler Aritmetik ve farklı sayma düzenleri; saat aritmetiği,
açı ölçüsü birimi olan derecenin as katlarının yorumlanması ve bilgisayar
yazılımları gibi alanlarda başarıyla kullanılmaktadır.
Ancak
matematikçilerin, matematiksel buluşları ortaya koyarken, “yaşamsal
karşılıkları olmalı” saplantısı yoktur. Olamaz da. Çünkü böyle bir saplantı
özgürce üretmenin önünde engeldir. Aynı şey bilim için de geçerlidir. Kaldı ki,
bugün kullanım alanı olmayan her formül ya da her teori gelecekte mutlaka
kullanılır. Bilime inananlar, yaşamın diyalektiğini bilir ve buna da
inanır.
3. Matematik önermeler kesindir.
Matematiğin
laboratuarı beyin, aracı kalem kâğıttır. Gerçek yaşamdaki hiçbir üçgen, beynimizdeki kadar düzgün değildir.
Hiçbir laboratuar da insan beyni kadar donanımlı değildir.
3 ile 2’nin toplamının 5’e eşit
olduğunu söyler ve matematik dilinde “3 + 2 = 5” biçiminde anlatırız. Bu
matematiksel bir önermedir ve kesindir. Ama yukarıda söylediğimiz gibi bu
kesinliğin kanıtı 3 elma ( veya şey ) ile 2 elmanın ( veya şeyin ) yan yana
getirilip 5 elma ( veya şey ) olması değildir. Bu yöntem deneyseldir ve
matematiksel kesinlik taşımaz. Ama 3’ten
sonra 4’ün, 4’ten sonra 5’in geldiği matematiksel bir gerçektir ve kesindir.
Gerek 3, 4, 5 sayıları gerekse “+”, “=” işaretleri gerçek nesneler değildir.
Bunlar beyinde yaratılan olgular, matematiksel nesnelerdir.
Yine “dikdörtgenin köşegen
uzunlukları eşittir” önermesi bir matematik teoremidir ve kanıtlanabilir. İşte
bu nedenle kesindir. Ölçme yoluyla bu önermeyi kanıtlamaya çalışmak matematik
kesinlik taşımaz. Ayrıca başaramayız da. Ölçme hassaslaştıkça eşitlikte
sorunlar çıkar.
5.
Matematik
sanattır.
Bazen
bir şiir, bir öykü, bir ezgi ya da bir resim karşısında deyim yerindeyse
nutkumuz tutulur. Coşkuya kapılırız, yüreğimiz çarpar. Kimi zaman gökyüzünü
arşınlarız, kimi zaman deryalara dalarız. Bir tabloda çiçek kokusunu alırız
kimileyin, kimileyin bir şiirde bebek kokusunu. Matematikte de benzer duygular
yaşanır. Hatta bunu en iyi öğretmenler bilir.
Soru
sorarsınız. Öğrenci uğraşmaya başlar. Önce kaygılı bir yüz. Eli başına gider.
Saçlarını karıştırır. Dudaklarını ısırır azıcık. İşin içine beynini, yüreğini
katar. Sevecenlikle izlersiniz. Birden bir şimşek çakar içinde, yüzü
aydınlanır. Sonra kararlı bir yüz. Sevinç dolu, güven dolu. Ardından bir haykırış
“çözdüm !”. Bu süreç boyunca bir
sanatçının girdaplarını bulursunuz çocukta.
İşte bu nedenle öğretmen,
öğrenciye soru çözme, teorem kanıtlama şansı yaratmalı. Çözülemeyecek soru
sorarak öğrenciyi bezdirme yanlışına düşmemeli.
Pedagojik yaklaşımdan uzaklaşmamalıdır. Hedef kendisine güvenen, dirençli,
özgür düşünebilen öğrenci yetiştirmek olmalıdır. Öğretici soru, çözülemeyen
soru değildir.
Matematiğin estetiği yalnızca derse ilişkin bir soruyu çözmekte değildir
elbette. “ 8 takımın katıldığı elemeli şampiyonada, şampiyon kaç maçta belli
olur?” Sorusu ender bulunan bir resim tuvali gibidir. Hele verilen yanıtlar
içindeki “her maçta bir takım elenir. Elenecek 7 takım vardır. Öyleyse 7 maç
yapılmalıdır” yanıtı ise bulunmaz bir renk cümbüşüdür. Bu soruyu böyle çözen,
Takım sayısı 500 olsa derseniz hemen 499 der. Arkasından da nedenini açıklar.
“Çünkü elenecek 499 takım vardır” diye.
6. Akıl oyunudur.
“ Hiçbir
matematikçi aklından çıkarmamalıdır. Matematik diğer bütün sanat ve bilim
dallarında olduğundan daha çok bir gençlik oyunudur” der bir matematikçi.
Yaşamının en az bir döneminde matematiksel oyun oynamayan yok gibidir.
Bu satranç olabilir. Dama olabilir. Ya da sayı bulmaca vb. gibi. Veya: “ 1023
yumurtası olan bir satıcı, yumurtalarını elindeki 10 sepete öyle dağıtıyor ki,
kaç yumurta istenirse istensin yumurtalara hiç dokunmadan, sadece sepetlerle
istenen sayıda yumurtayı veriyor. Yumurtaları 10 sepete nasıl dağıtmalı?” sorusu
gibi. Sorunun yanıtı; “ yumurtaları 2’nin kuvvetleri olarak sepetlere
dağıtmalıdır” biçimindedir.
Bu
soruda çözüm yöntemi değil sonuç çok ilginç. Çünkü çözüm (bana göre) çok özel
bir yönteme dayanmıyor. Bir kere seçilen sayı (1023 = 210-1) özel
seçiliyor. Yani herhangi bir sayı için bu yöntem kullanılamaz. O halde
ilginçlik nerede? İlginçlik 1023 sayısının 1024 sayısıyla ve 1024’ün 2’nin 10.
kuvveti olduğunu görebilmekte. Biraz matematik, biraz düşünme ve biraz sezgi.
Sonra da keyif…
7.
Matematik
evrensel bir dildir.
Resim,
heykel, seramik gibi sanat dalları görseldir ve sanatçı ile izleyenin aynı dili
konuşuyor olması gerekmez. Bu nedenle bu sanat dalları içeriğe bakılmaksızın
doğrudan evrenseldir. Sporun yaygınlığı ve evrenselliği için de aynı şey
söylenebilir. Sporda da araya aracıların girmemesi üretenle izleyiciyi doğrudan
buluşturur. Oysa şiir, roman, tiyatro gibi sanat dallarında arada ya çevirmen,
ya yönetmen vardır. İşin içine çevirmenin ya da yönetmenin farklı kültürlere
hâkimiyeti, ustalığı vb. gibi çok önemli etmenler girer. Dilin en temel
iletişim aracı olması bu sanat dallarında önem kazanır.
Ortak
bir dile gereksinim duyulması anlamında Matematik birinci grupta saydığımız
sanat dallarına daha yakındır. Nasıl ki Fransız ressamın eserini duyumsamak
için Fransızca bilmek gerekmiyorsa, İngiliz Matematikçinin teoremini anlamak
için de İngiliz olmak gerekmez.
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun 3 + 5 = 8 işlemini gören,
yazılanları anlar. Bu nedenle matematiğin dili evrenseldir. Hatta ortak bir
dünya dili yaratılması tartışması yapanların ve isteyenlerin örneği hep
matematiğin evrensel dili olmuştur.
8.
Matematik
süreçtir, kademedir, serüvendir.
Merak duygusuyla ya da bir
konuyu öğrenmek üzere çalışmaya başlar, çalışmaların sonucunda bir çıkarımda
bulunursunuz. Ama çoğunlukla bu çıkarım orada bitmez. Çıkarım süreci yeni
çıkarımlara, yeni meraklara gebedir. Bu kez onları düşünmeye başlar, yeni
arayışlara yönelirsiniz. Bu süreç bazen kademe kademe gelişir, bir akıl
serüvenine ulaşır.
Diyelim
ki “ aynı düzleme ait doğruların en çok kaç noktada kesiştiğini” bilmek
istiyorsunuz. Sınama yöntemi kullanarak önce “iki” doğruyu düşünür, en çok “1” noktada kesişir dersiniz.
Sonra “üç” doğruyu düşünüp ( ya da çizip ) en çok “3” noktada, “dört” doğru “6” noktada kesişir diye devam
edersiniz. Bu arada “bir” doğru için kesişim noktası düşünülemeyeceği için onun
karşılığı olarak da “0”
ı belirleyip bulduğunuz sayıları sıralarsınız. “0,1,3,6,10,” biçiminde sıraladığınız
sayılar pek anlamlı görünmez. Ama bunları tek tek düşünüp;
0 = 0 ( bir doğru ),
1 =
0+1 ( iki doğru ),
3 =
0+1+2 ( üç doğru ) ,
6 = 0+1+2+3 ( dört doğru ),
10 = 0+1+2+3+4 ( beş doğru )
sonuçlarını bulduğunuzda,
on doğru için de: “0+1+2+3+…+9
= 45” sonucunu söylersiniz. Ardından da “n” doğru en çok “ 1+2+3+…+(n–1)” noktada kesişir sonucuna ulaşırsınız. Bu bir genellemedir ve bu genellemeye ulaşmak
azıcık ayakları yerden keser. Ancak yine de bu bir ara aşamadır. Bulduğunuz yöntemin her sonlu sayı için doğru
olup olmadığı sorusu da sizi tümevarımla ispata kadar götürür. Ayaklarınız
iyice yerden kesilir.
9.
Matematik şaşırtıcıdır.
Çocukluk çağının en
zevkli oyunlarından birisi bilmece sormaktır. Bilmecelerin gizemi ve
şaşırtıcılığıdır çocukları çeken. Daha sonra bu oyun, yazarak oynanan akıl
oyunlarına ve giderek matematik bilmecelerine, sorularına dönüşür. Nasrettin
Hoca, Bektaşi, Karadeniz fıkralarının birçoğu da akıl ve zekâ doludur. Bazı matematik sorularının sonuçları da
şaşırtıcı olması yönüyle her yaştan insana zevk verir.
Bilinen sorudur. “ Dünya ekvator
boyunca 40.000 km lik (yaklaşık) iple sarılıyor” diye başlar. Ve sorusu
ardından gelir. “40.000 000 metrelik bu ipe sadece 1 metre ekleniyor. Bu
durumda oluşturulan yeni dairesel halka yerden kaç metre yükselir?” Sorusunun
yanıtı çoğunlukla ve ilk akla gelen haliyle “hiç denecek kadar az olur”
biçimindedir. Öyle ya 40.000 000 metreye eklenen 1 metrenin lafı mı olur? Ancak
gerçek hiç de onu göstermez. Yeni halkanın yerden yüksekliği metrelerle
ölçülmese bile şaşıracağımız kadar fazladır. Yaklaşık 15 santimetre .
Yukarıda
sıraladığımız özellikler daha da artırılabilir. Bir başka eğitimci bunları
yetersiz bulabilir. Ama fazla bulan bir matematik öğretmeni olacağını
sanmıyorum. Az ya da çok bulma
tartışması çok önemli de değil. Asıl önemli olan bu özelliklerin bilinmesi ve
göz önünde bulundurulması. Eğer matematikçi matematiği anlaşılır hale getirmek
istiyorsa bu özellikleri, matematiğin ilginçliklerini ve güzelliklerini her an
anımsamak zorundadır. Yoksa matematik kuru bir bilgi yığını olmaktan öteye
geçmez. Öğrenilmesi zorunlu ders olmak ötesinde…
Matematik
Eğitimi - Öğretimi
Jerry
King “ Savaş generallere bırakılmayacak ölçüde önemliyse, benzer nedenlerle,
matematik eğitimi de matematikçilere bırakılmayacak ölçüde önemlidir” der.
King’in net bir şekilde belirttiği gibi matematik eğitimi, matematikçi olmanın
ötesinde bir öneme sahiptir. Yani matematiği öğretmek ayrı bir sanattır.
Elbette öncelikle eğitimcilik. Bu
perspektifle matematik eğitimini fazla ayrıntıya girmeden incelemeye çalışalım.
Genel
olarak eğitimin özel olarak da matematik eğitiminin üç ana unsuru; konu, öğrenen ve öğretendir.
Konu:
Müfredat
Müfredat hangi konunun, hangi sırayla, hangi yaş grubuna, hangi düzeyde
anlatılacağının programlanmasıdır. Müfredat ülkelerin eğitim bakanlıklarınca,
alanında uzman olan akademisyenler, eğitim bilimcileri ve deneyimli
öğretmenlerden oluşan komisyonlara hazırlattırılır. Elbette matematik
müfredatını da matematikçiler ve eğitim uzmanları hazırlar. Hazırlanan
müfredatlarda, ülkelere göre bazı farklar görülse de asıl fark konunun düzeyi
ve ele alış biçimiyle ilgilidir.
Bu
çalışmanın amacı müfredatı değil uygulamayı tartışmak. O nedenle biz de
uygulamayı ele alacağız. Zaten öğretmenin ağırlıklı işi de bu değil mi?
Ülkemizdeki uygulamada okullarımız ve bağlı olarak da öğretmenlerimiz (
giderek artan ) müfredatı uygulama
sorunları yaşamaktadır. Bazı okullarda bazı konular işlenmediği gibi konuların
işleniş ağırlıkları da önemli farklılıklar göstermektedir. Bunun nedeni;
öğretmen faktörü, bölgesel -sosyal farklar, ekonomik dengesizlik, iktidarların
siyasi yönelimleri gibi nedenlerle açıklanabilir. Ama somut olarak içinde yaşadığımız koşullarda
sorunun nedeni, liselere ve üniversiteye giriş sınavlarıdır. Bu sınavlar
liseleri ve giderek ilköğretimi ( özellikle ikinci kademesini ) ara öğretim
kurumu haline getirdi. Halâ can havliyle çırpınan okullara haksızlık etmeyelim
ama liselerin çoğunluğu, üniversite sınavlarına giriş vizesi veren kurumlar
olup çıktı. Hatta öyle ki, işi yalnızca vize vermek olan “mührü kuvvetli” han
kapıları bile türedi. Para alıp, diploma dağıtan ve giderek de sayıları artan.
Hal
böyle olunca da, üniversite giriş sınavlarında sorulacak sorular, liselerde
işlenecek konuları belirler hale geldi. Bu durumda müfredatın tartışılması mı olur denilebilir. Olmaz elbette. Zaten
bizim tartıştığımız da müfredat değil. Müfredatın uygulanması, daha doğrusu
uygulanamaması. Neyse şimdi biz bu sorunlar yokmuş yani müfredat uygunmuş gibi
davranalım ve işimize bakalım…
Eğitimin üç
temel unsurundan biri olan müfredat, öğretmenin dayanacağı ana kaynaktır. Bu
nedenle müfredatın genel anlamı ve içeriği öğretmence çok iyi bilinmeli, zaman
zaman yeniden incelenmelidir.
Müfredatı
eğitim etkinliğinde destekleyen en önemli unsur ise ders kitapları dır. Ders kitapları uygulamada yol göstericidir ve
olmazsa olmaz öneme sahiptir. Bu nedenle ders kitapları ve yardımcı kitaplar
müfredata uygun ve pedagojik ilkeler göz önünde bulundurularak hazırlanmalıdır.
Yazdığım son cümleyi okuyan her öğretmen sorar mutlaka. Öyle mi? diye. Yanıt:
“Hayır öğretmenim ne yazık ki değil. Ama olmalı !” Öğretmen arkadaşım yeniden
sorar. Öyleyse ne yapılmalı? Yanıt: “ Ders kitabının önemi kavranmalı ve en
uygunu seçilmeli”.
Müfredatın
uygulanmasında geriye öğretmenin hazırlayacağı ders planları kalmaktadır. Ders planları öğretmenin yol haritası ve
pusulasıdır. Müfredat ve ders kitapları mükemmel olsa bile ders etkinliğinde
belirleyici olan, öğretmenin planlarıdır.
Öğretmen öğrenciyle yüz yüze geldiği andan itibaren kendi planını
uygulayacaktır. Artık diğer kaynaklar ikincil öneme sahiptir. İyi bir plan
öğretmeni basit bir aktarıcı, aracı olmaktan çıkarır. Öğretmenin, ders etkinliğine
akademik olarak damgasını vurduğu yerdir planlama. Yıllık planlar o derse giren
öğretmenlerce ortak olarak hazırlanır. Yani kolektifin ürünüdür. O nedenle ayrı
bir öneme sahiptir.
Ama ne
yazık ki ders planlarının öneminin yeterince anlaşıldığı söylenemez. Bu saptama
biraz özeleştiri niteliğinde. Çünkü plan, öğretmen olarak bizlerin yapması ve
özen göstermesi gereken önemli bir hazırlık. Ancak nedense ders planlarına
biraz soğuk bakarız, hatta angarya gibi görürüz. Bu sorunun nedeni aldığımız
eğitim eksikliği midir? Ya da başka bir nedene mi dayanmaktadır açıkçası
bilmiyorum. Ama konunun önemini biliyorum!
Öğrenen:
Öğrenci
Öğrencinin, öğrenmeye hazır hale gelmesi
öğrenen cephesinin ilk adımıdır. Bu adımı gerçekleştirecek olan da
öğretmendir. Bir konuya başlarken o konuyla ilgili merak uyandırmak için
konunun yaşamla ilişkisini açıklamak, öğretmenin planlaması içinde yer
almalıdır.
Örneğin karmaşık
sayılar konusunu anlatacak bir öğretmenin konuya denklem çözümlerinden
başlayıp, gerçel sayılar kümesinde
çözülemeyen denklemleri hatırlatması ve tıkanıklığı gidermek için
matematikçilerin sanal sayı (i2 = -1) saptaması yaptığını anlatması
konuya ilgiyi artıracaktır. Hatta bu saptamanın hangi tarihte, kim tarafından
yapıldığının açıklanması da konuya bir başka canlılık katacaktır. Ya da limit
konusunu işleyen öğretmenin Zeno’ nun paradoksundan söz etmemesi düşünülemez.
Elbette tüm bunların dışında, matematikçilerin yaşamları, matematiksel
anekdotlar, şaşırtıcı soru ve sonuçlar vb. gibi aktarımlar ilgiyi artırmak
anlamında son derece işe yarar çalışmalardır.
İşte tüm
bunlar, öğrencinin öğrenmeye hazır hale gelmesine yardımcı olacak olan
hazırlıklardır. Ve bu hazırlıklar yukarıda sözünü ettiğimiz öğretmenin
planlaması içinde yer almalıdır.
Öğrencinin kavrayışını güçlendirecek
ikinci adım ise öğrencinin aktivitesidir. Öğrenmeye hazır hale gelen ve
merak duygusu gelişen öğrencinin dinleyici pozisyonunda kalması düşünülemez.
Gerek beyin gerekse beden olarak, öğrenci hareket halinde olmalıdır. Öğrencinin
hareketi ondaki başarma duygusunun, güvenin dışa vurumudur.
Zaman zaman
belki de yorgun anlarımızda öğrencileri “beyefendi çocuk”, “hanımefendi kız”
diye niteleriz. 15, 16, 17 yaşlarında bir çocuğun beyefendi, hanımefendi olması
iyi bir şeymiş gibi. Oysa o yaşlarda, bugün bunları söyleyenler ne zıpırlıklar
yapmıştır. Bu anlamsız nitelemeler, bazı annelerin erkek çocuğunu övmek için
“benim oğlum kız gibidir” demesini hatırlatıyor bana. Ya da bir annenin “benim
kızım erkek gibidir” demesini. Annenin söylemi hoş görülebilir teşbihte hata olmaz diyerek. Ama öğretmenin
“beyefendi çocuk” özlemini hoş görmek sanırım hoş değil. Ayrıca öğrencinin
“iyi” bir dinleyici pozisyonunda kalması pedagojik olarak da doğru değildir.
Sınıftaki tahtayı öğretmenden çok öğrenci kullanmalı, öğrencinin bir teoremi en
aksak biçimde ispatı, öğretmenin “mükemmel” ispatına yeğlenmelidir.
Gerek
konuya hâkimiyet gerekse öğrencinin öğrenmeye hazır hale gelmesi öğretmenin
yaratısı ve ustalığına bağlıdır. Bir de ne yapması gerektiğini bilmesine…
Öğreten: Öğretmen
Çok
duyarız. “Çok iyi biliyor ama öğretemiyor” diye. Sözün birinci kısmı övgüyü
ikinci kısmı eleştiriyi içeriyor gibi görünse de aslında bütünü eleştiri
içermektedir. Bu nedenle “çok iyi bilmiyor ama iyi öğretiyor” sözünü bir
öncekine yeğlemek gerek. Elbette en iyisi “biliyor ve öğretiyor” biçiminde
olanıdır.
Gerçekten
de öğretmen, iyi bir alan bilgisine sahip olmalı. Anlattığından çok fazlasını
bilmeli, bilmiyorsa öğrenmelidir. Bu otoritenin yani öğretmene olan güvenin
birinci koşuludur.
“Öğretiyor” becerisine sahip olması ise pedagojik ve sosyal düzeyi
gösterir. Pedagojik ve sosyal kazanımların edinilmesi daha uzun sürede
gerçekleşir. Ayrıca süreklilik ister. İşte adına öğretmenlik dediğimiz olgu
budur ve bana göre öğretmenlik bir yaşam biçimidir. Bu nedenle öğretmen için
yapılan “iyi bir oyuncu olmalıdır” tanımlamasını doğru bulmuyorum. Bu tanımlama
öğretmeni doğallığından kopardığı gibi, öğrenciyi de seyirci konumuna düşüren
bir tanımlamadır. Ve yukarıda anlattığımız her şeyle çelişir. Bir de unutmamak
gerekir ki gençlerin en önemli özelliklerinden biri içtenliğe tutku ve yapay
olanı hemen sezmeleridir. Deyim yerindeyse bizim çocuklar “oyuncuyu gözünden
anlar”.
Nasıl
olmalıdır öyleyse bir matematik öğretmeninin davranışları?
Birincisi: Öğretmen dili iyi kullanmalıdır. Belki de her dersten çok matematik öğretmenliği
için önemlidir bu saptama. Matematiğin kavramsal olduğunu, diğer alanlarda
olmadığı kadar terim ve kavramlara dayandığını, doğrudan modellemenin zor
olduğunu yukarıda açıkladık. Böyle olunca öğrenci için yeni olan terim ve
kavramların öğrenilmesi, pekişmesi ve içselleşmesi hiç de kolay değildir. Buna
bir de dili iyi kullanmamayı (tümcelerin
kuruluşundan, sözcüklerin seçimine ve vurgulara dek ) eklerseniz matematik
öğrenmek öğrenci için zorluk bir yana eziyet haline gelir.
İkincisi: Öğretmen kavramların
kimliklerini iyi vurgulamalı. Öğrenmeyi çabuklaştırmak ve kolaylaştırmak adına
Pisagor Bağıntısını “ a2 = b2 + c2 ” biçiminde
anlatmak ( daha doğrusu belletmek ) yerine, “dik kenarların kareleri toplamı,
hipotenüsün karesine eşittir” biçiminde kavratmak yolunu seçmelidir. Bu yolla
dik açısı değişen bir ABC üçgeninde öğrencinin bocalaması, hele hele ABC yerine
DEF üçgeni verildiğinde “a, b, c” yi aramak kargaşası engellenmiş olur.
Aynı okula
giden bir grup öğrenci ısrarla okulda anlatılan “Karmaşık Sayılar” konusunu
anlamadıklarından yakınıyorlardı. Yakınmanın devamı olarak da “hele o omega’yı
hiç anlamadık” diyorlardı. Ben de anlamamıştım. Karmaşık Sayılarda “Omega”
neydi? Öğretmen arkadaşlarıma sordum. Onlar da bir anlam veremedi. Çocukları
çağırdım ve benim de anlamadığım “omega” yı bir yana bırakıp konuyu baştan
itibaren anlatmaya başladım. Omega neyse çıkar ortaya diyerek. Adım adım
gidiyorduk. Anlattığım her şey de anlaşılıyordu. Sonlara yaklaştık. Karmaşık
sayının kuvvetini almayı öğrendik ve ardından ayrı bir başlık açmadan ½ nci
kuvvetini yani karekökünü almayı sordum. Rahatlıkla çözdüler. Bize ikinci kökü
tartışmak kaldı. Tartışma sonuçlandığında öğrencilerden biri ve en çok yakınanı
“aa. İşte buydu! Omega buymuş. Anladım.” tepkisini verdi. O anda anımsadım.
Kitaplarında Karmaşık Sayı’nın karekökleri
“W” ( Omega ) simgesiyle
gösteriliyordu. Ve Karmaşık Sayıların “Omega” sı çocukların baş belası olmuştu.
Üçüncüsü:
Öğretmen kışkırtıcı olmalı.
Merak duygusu öğrenmenin itici gücüdür. Eğer öğretmen öğrencinin kafasında soru
işaretleri uyandırmak yerine “her şeyi eksiksiz anlatma” yanlışına düşerse
merak duygusunu köreltir. Tam tersine merak duygusunu kışkırtan bir çizgi
izlemelidir. Bu yolla öğrenci yeni çıkarımlarda bulunarak küçük zaferler yaşar.
Çünkü Öklid Bağıntısını ispatlayan öğrenci o anın “Öklid”idir. Öğretmen de “Çağdaş
Öklid’in öğretmeni.” Bu doyulmaz bir
paylaşımdır. Anne çocuğunun yürüme coşkusunu bir kez yaşar. Oysa bizim öğrencilerimiz
her gün yeniden yürümektedir. Anneleri kıskandırırcasına…
Merak
duygusunu kışkırtan, öğrencinin yaratıcılığını geliştiren öğretmen bunların
sonucunda matematiği ezberlenesi “özellikler yığını” olmaktan da çıkarır. Bu
noktada yine ne yazık ki demek zorundayım, ders kitapları ve uygulamalar
matematiği “özellikler yığını” haline getirmekte ve sevimsizleştirmektedir. Bu
sorunun üstesinden gelmek de eğitime ve matematiğe doğru bakan öğretmene
düşmektedir.
Dördüncüsü: Öğretmen sezgi gücünü
geliştirmelidir. Sezgi, çıkarımın öncüsüdür. Bir teoremin ispatı için hangi
verilerin, hangi yöntemin kullanılacağı sezgiye dayanır. Bir sorunun hangi konu
veya hangi bilgiye dayandığını anlamak da sezgiye dayanır. Sezginin önemini
bana en iyi anlatan da çok başarılı bir öğrencimin “ben sorunun bende neyi
ölçmeye çalıştığını sezer ondan sonra çözüme geçerim” sözleridir.
Sezgi gücünü
geliştirmenin yolları öğrencilerle birlikte soru hazırlamak, birlikte teorem
ispatlamak ve soruların yapısını tartışmaktır. Bu yolla öğrenci yeni
bilinmezlere, yeni ufuklara hazır hale gelir.
Beşincisi: Öğretmen matematikçi
yetiştirmeye çalışmamalıdır. Bu bizim işimiz değil. Matematikçi üniversitede
yetişir. Üniversite öncesi eğitimde amaç; matematiğin temel konularını
kavratmanın dışında matematiksel düşünme, ispat mantığı, yorum yapabilme… Gibi
altyapı çalışmaları olmalıdır. Bu bakışla bir fonksiyonun türevinin ne anlama
geldiğini bilmek, fonksiyonun türevini almayı öğrenmekten daha önemlidir.
Yine ne yazık ki uygulamada çoğu kez bunun
tersi olmaktadır. Öğretmen kendisinin üç gün uğraşıp çözdüğü soruyu öğrenciye (
hem de sınavda ) sorabilmektedir. Özel çözüm ve uğraşı gerektiren sorularla
uğraşmak, daha ilgili olan öğrencilere bu soruları ödev olarak vermek ve
birlikte çözümleri üzerinde tartışmak elbette güzel. Ancak bu tür sorular
lisedeki bir sınıfın matematik sınavında sormak (kimse kusura bakmasın)
bilinçsizliktir, görgüsüzlüktür. Bu sorular bu seviyede başarıyı ölçmediği gibi
çoğu zaman başarısızlık ve yılgınlık duygusuna yol açmaktadır. Doygun
öğretmenin öğrenciye “acayip şeyler bildiğini!” göstermeye gereksinimi yoktur.
Altıncısı: Öğretmen ölçme işini yazılı sınavlara sıkıştırmamalıdır. Elbette -soruları
iyi hazırlamak koşuluyla- sınavlar önemlidir. Ama başarıda tek ölçü
olmamalıdır. Sadece öğrencilerin matematiğe yakınlıklarının ve kavrama
düzeylerinin farklılığı bile yazılı sınavların tek ölçü olmaması gerektiğinin
kanıtıdır. O nedenle öğrencinin ders etkinliği, ödevlerini yapmadaki sorumluluk
duygusu, derse katılımı vb. etkinlikleri yazılı sınav kadar önemlidir.
Sıraladığımız davranışlara yenileri eklenebilir. Önemli olan, yeterli
özenin gösterilmesidir. Eğitim canlı bir organizma gibidir. Öğrenci sürekli ve
hızlı bir değişim içindedir. Bilgi, bilim ve eğitim yöntemleri de sürekli
gelişim göstermektedir. Öyleyse öğretmen de değişime açık olmalı kendisini
geliştirmeli.
Sonuç
olarak, teknoloji değişebilir, eğitim yöntemleri değişebilir, işlenen konular
değişebilir. Ama öğretmenin işine ve öğrencisine olan tutkusu, öğrenme duygusu
değişmez. Değişmemeli. Öğretimde değişmez iki temel ilkenin ise:
“Öğrenmeyecek öğrenci yoktur. Yeter ki uygun yöntem bulunsun” ile
“Öğretmenin
ne anlattığı değil, öğrencinin ne anladığı önemlidir” olduğunu unutmamak
gerekir.
Son olarak
da anlatım yöntemi olarak iki ana etkinlikten kısaca söz edelim.
Anlatım Tekniği
İki temel anlatım tekniğinden söz
edilebilir. Kurallı anlatım ve ilişkisel anlatım.
Kurallı
anlatım bilgiyi vermek ve bilginin kullanımına yönelik uygulama yapmak
biçimindedir. Bu anlatım tekniğini “bilgi + uygulama” biçiminde formüle edebiliriz.
Uygulamanın amacı bilgiyi pekiştirmek, unutmamayı gerçekleştirmektir. O nedenle
çok ve birbirine benzer örnek yapmak zorundasınızdır. Öğrenciyi de çok soru
çözmek konusunda ikna etmelisiniz. Bu teknikte öğretmen ön plandadır. Tahtayı
en çok öğretmen kullanır. Konuyu öğretmen anlatır. Öğrenilecek bilgileri
öğretmen verir. Öğrenci ise notunu alır,
dinler, soru çözer ve verilen ödevleri yapar. Verilen bilginin pekişmesi için
bunlar gereklidir.
İlişkisel anlatım ise çıkarımlarda bulunmak, çıkarımları bilgiye
dönüştürmek ve uygulama yapmak biçimindedir. Bunu da “çıkarım + bilgi +
çıkarım” biçiminde formüle edebiliriz. Bu etkinlikte çıkarım için harcanan
zaman, toplam sürenin çoğunu alır. Çözülecek sorular birbirinden farklıdır.
Bilgiyi kullanma becerisini geliştirmeye yöneliktir. Öğretmen yol gösterici
konumundadır. Tahtayı daha çok öğrenci kullanır. Çıkarımlarda bulunan ve
uygulayan da öğrencidir. Öğretmen sınıfın “n inci” öğrencisi gibidir.
Bu
teknikleri matematiğe uygularsak,
Kurallı Matematik:
Kurallı
matematik özellik ve teoremlerin bilgi olarak verilmesi ve bilgiyi kullanmaya
yönelik bol örnek yapmak biçimindedir. Başarısı; “ne kadar çok soru çözersen o
kadar iyi öğrenirsin” öğüdüne bağlıdır.
Kurallı
anlatımda çabuk sonuca ulaşılır, ama çabuk unutulur. Bu nedenle verilen teorem
ve özellikler sık sık karıştırılır. Öğrenmeden çok belleme ön plandadır.
Örneğin
kesirli sayıların bölmesinde, “birinci kesri aynen yaz, ikinci kesri ters çevir
çarp” der, uygulamalara geçersiniz. Öğrencinin söylediğinizi yapıp yapmadığını
gözlersiniz. Söyledikleriniz çok kısadır. Zamanı daha çok uygulama yapmaya
ayırırsınız. Derste kaç soru çözdüğünüz ders veriminin ölçüsüdür. Öğrencinin
“günde … soru çözmesi” de (bana göre deliler gibi soru çözmesi) ne kadar çok
çalıştığının ölçüsüdür.
Geçenlerde bir öğrencim, “ hocam verilen
soruları yetiştirmekten hangi dersten, dersin hangi konusundan eksiğim var diye
düşünmeye zaman bulamıyorum” diye yakınıyordu. Yanıtım; “ukalâlık yapma.
Eğitimi benden iyi mi bileceksin. Otur sorularını çöz. Sen düşünme, biz senin
yerine düşünürüz” biçiminde oldu. Sanırım ikna!
Etmişimdir.
İlişkisel Matematik:
İlişkisel matematikte sonuçlar öğrenciler tarafından ya da öğretmenle
birlikte çıkarılır. Çıkarımların ardından uygulama ve yeni çıkarımlar gelir.
Bilgiye
ulaşmak daha çok zaman alır. Ancak daha kalıcıdır. Yeni durumlara daha kolay
uygulanır. Unutma çok daha azdır. Bu yöntem yeni keşiflere açıktır.
Örneğin Öklid
Bağıntılarını, Üçgende Benzerlik konusunun bir uygulaması olarak öğrenciye
buldurmak, bilginin kalıcılığını sağlar. Hem bir teorem ispatlar hem de
benzerlik konusunu tekrar etmiş olur. Ayrıca daha önce öğrendiği benzerlik
konusunu anlam kazanır.
İlişkisel matematiği uygularken bazen bir ders saatinde ancak bir soru
çözersiniz. Daha doğrusu didiklersiniz. Soru hangi davranışı ölçüyor, niçin
sorulmuş, kaç değişik yöntemle çözülür, başka türlü sorulabilir miydi, daha
güzel sorulabilir mi… diye. Sonra zil çalar. Tartışma öğretmenler odasına veya
koridora taşınır. Olan size olur. Çayınızı içemezsiniz.
Karşılaştırma:
Yukarıdaki iki tekniği ortaya koyarken yansız olmaya çalıştım. O nedenle
de çok kısa ele aldım. Ama bu özet açıklamada bile sanırım yansızlığı
koruyamadım. Aslında yansızlık olanaksız. Yansız olmaya çalışmak içtenliği ortadan
kaldırıyor. Yukarıda yazdıklarım- sıraladıklarım düşünüldüğünde ilişkisel
anlatımın avantajları apaçık ortada. Aksiyom gibi. Uygulamalarımda da
olabildiğince ilişkisel matematiği öne çıkarıyor ve uyguluyorum. Aslında uygulamaya
çalışıyorum demek daha doğru sanırım. Anlatım yöntemi olarak kurallı
matematiğin yaygın olarak kullanılması benim gibi ilişkisel matematiği
uygulayanlar için önemli bir engel.
“Neden
kurallı matematik daha yaygın” sorusunun yanıtı ise sanırım daha kolay uygulanabilir
olmasında. Bu yöntemi uygulayanlar alınmasın ama bu yöntemde öğretmenin
ustalığı da pek önemli değil. Kuralları
yeterince öğrenen birçok insan öğretmen olmasa da bu yöntemle matematik anlatabilir.
Öyle de oluyor. Kendi alanında başarılı olamayan başka mesleklerden bir çok
insan “öğretmenlik” yapıyor. Çünkü “matematiği” bilmesi gerekmiyor. Kuralları
bilsin yeter. Pedagojik yeterlilik mi? O da gerekmez…
Ver
kuralları. Sonra da piyasadan topladığın, hatta altına imzanı da attığın
yüzlerce soruyu… Tamamdır. Gitsin sınavda notunu alsın. Alamazsa mı? “Eee ben
daha ne yapayım. Adam çalışmadı. Ben ona o kadar söyledim” dersin biter. Bu
temelde yetişip karşımıza gelen öğrenci o kadar çok ki. Böyle yetişen öğrenci
ne yazık ki bilgiyi, tüketilecek bir nesne olarak görüyor. Onlar için “neden” sorusunun yanıtı “işte öyle” nin ötesine
geçmiyor. Öğrencinin alışkanlıklarını değiştirmenin zorluğunu öğretmenler iyi
bilir. Buna bir de ilişkisel matematiği uygulamanın zorluğunu ekleyin. İşiniz
iyice zorlaşır.
Kurallı
matematiği kullandığım zamanlar da oldu. Ancak öğrenciler gibi ben de doyuma
ulaşamadım. Umduğum sonuçlara varamadım. Bir kez dışında.
Dışarıdan lise bitirme sınavlarına hazırladığım bir öğrencim vardı. Uzun
yıllar öğrenimine ara vermiş ve her şeyi yeniden öğreniyordu. Kavrayışı üst
düzeydeydi. Liseler 3 yıldı ve sınavlara gireceği dönem için Lise 2
matematiğine çalıştık. Gireceği sınavda isteyen öğrenciler lise 2 ve lise 3
sınavına aynı anda, aynı süre içinde girebiliyor, soruları yanıtlayabiliyordu.
Öğrenci lise 2 için hazırdı. Lise 3 konularına ise hiç bakmamıştık. Sınavdan
bir gün önce sadece 1–2 saat, lise 3 için belli başlı kurallara çalıştık. Birer
örnek çözdük. Öğrenci ertesi gün girdiği sınavda hem lise 2 hem de lise 3
sorularında başarılı oldu. Yani kısa yoldan sonuca ulaştık. Elbette biraz da
şansı yardımıyla. Sınav bir hafta sonra olsaydı aynı başarı elde edilir miydi?
İşte o şüpheli.
Öyleyse
şans faktörünü de kurallı matematiğin bir unsuru olarak sayabiliriz. Ama
eğitim- öğretim etkinliğinde “şans faktörünün” ne denli yeri vardır
çekincesiyle…
Ahmet Doğan – Bilim
ve Gelecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)